Saturday, April 29, 2006

Paella-Galata-Sultanahmet-Topkapı (3.bölüm)

Topkapı Sarayından aklımda kalanlar:
Manzara bölümündeyiz, Ankara’lı arkadaşlarıma, Haydarpaşayı, kızkulesini ve boğaziçi köprüsünü gösteriyorum, geçen günlerde bir yağmur sonrası iki tane gökkuşağının çıktığını ,Anadolu yakasını içine aldığını ve manzaranın nefes kesici güzellikte olduğunu heycanla anlatıyorum, hoş yerlere atılmış plastik kaplar, bira kutuları, sevişken çiftler, küfürlü gürültü ve çıtlatılan çekirdek sesleri içersinde bu pek bir zor oluyor ama bu standartlarda yaşamaya alıştığımız için “boşveriyoruz”.
Tam o sırada bir kız yanımıza yaklaşıyor gayet kaba bir uslupla “resmimi çekermisin, çektikten sonrada bu düğmeyi çevirceksin” diyor ve poz vermek için ilerliyor. Poz vermek istediği yerde birisi olduğu için yine aynı kabalıkla , hatta biraz daha arttırarak şöyle diyor… “ÇÇÇÇÇÇÇÇEEEEEEKKKKİİİİİİİİİİLLLLLLLL DDDDDDDDİİİYYYOOORUUMMMM , çekiiiiiiiiilllll………” gülsek mi, sinirlensekmi, ne yapsak bilemiyoruz ve başlıyoruz gezimize…!!!
Iki bilet gişesi açık ama sadece birisi bilet satıyor… Neyse biletlerimizi alıyoruz, çok kalabalık, 23 nisan olmasından dolayı öğrenciler, 8 euroya konaklama sağladığımız için (avrupadaki bir kahvaltı ücretinden bile daha ucuz) bir sürü turist ve yerli ziyaretçi var. O hengamede aslında turnikeli girişi olan bir yere neden bir görevli verilipde biletlerin turnikeden geçirtirildiğini anlamadan!!! Sarayın içine giriyoruz.
Sarayın gezi planı veya haritası var mı diyoruz. Ama ne arar!!1 gerek yok!!! hem zaten para ile satıyorlarmış, vs..vs… peki diyoruz…
Yabancı ülkelerin tamamında müze girişinde, içeride her katta broşür, harita, tanıtıcı bilgi var, NEDEN ACABA..!!!
PEKİ ve BOŞVER diye diye ilerliyoruz…
Hazine , 60-80 kişinin aynı anda küçücük hazine odalarından birini izlemeye çalıştığını hayal edin. Sıra kavramı olmadığı için herkes birbirinin üstünde, sıraya giren biz zavallılar üzerinden kafasını uzatarak ve ittirerek görmeye eser görülmeye çalışıyor…Şok edici…!!
“Ay dayanamayacağım artık şeklinde dışarı fırlıyorum…”
Düşünüyorum her Odanın önünde bir görevli var, acaba bu kişi içeriye insanları 20 şer kişilik gruplar halinde alsa ve onlar çıkınca diğer 20 kişilik grubu sırayla olmaz mı….
Eserlerin önünde 30 cmlik mesafe bırakılarak kordonlarla geçiş engellense ve eserler korunsa…..
Daha çok gördüğüm ve yaşadığım şey var bir günlük Topkapı Sarayında, şimdilik bukadar diyorum.
Sizleri İnternet’den aldığım Topkapı Sarayı bilgileri ile başbaşa bırakıyorum….
Sarayburnu’nda Topkapı Sarayı’nın bulunduğu bölge, Bizans döneminde, o civarda bulunan mabede izafeten “Aya Varbara” (St. Barbe) olarak anılırmış. 18. yy, sahilde, Sultan I. Mahmud tarafından, “Topkapısı” adını taşıyan kapının üstünde ve Sarayburnu’nu tamamen kaplayacak genişlikte büyük ahşap bir saray yaptırılmış. “Topkapı Sarayı” adı, evvela buraya verilmiş. Fakat, bu ahşap saray bir yangın ile silinip gitmiş.
Sonradan her padişah yeni birşeyler ekleyerek bugünkü Topkapı Sarayını oluşturmuş.
Akağalar Kapısı
Sarayın üçüncü avlusuna girişi sağlayan kapının her iki yanı dinlenmek, mola vermek, anı fotoğrafı çekmek için uygun. Kapı girişinden geçenleri 22 sütunlu, geniş saçaklı, çini ve mermer korkuluklarla çevrili, dış cephesinde ki çeşmesiyle Arz Odası karşılıyor. Biz sağ tarafı takip ederek kaftanların, padişah portelerinin, kitap sanatının, silahların, mücevherlerin hatta değerli taşlarla bezenmiş birçok saray eşyasının sergilendiği hazine dairesine doğru geliyoruz. Dünyanın en değerli taşlarıyla süslü 16.y.y yapımı zırhlar, miğferler, kabzası zümrüt taşlı, saatli hançerler, ok torbaları, kalkanlar, tüfekler hayranlık uyandırıyor. Şok edici zenginlik ve ince işleme sanatının etkisi henüz geçmeden, bu defa sarayın Hazine Dairesini gezmeye başlıyoruz.
Hazine Dairesi
Mücevherlerin ve değerli taşların kullanıldığı her türlü saray eşyası bu bölümde yer alıyor. Altın şamdanlar, tombaklar, tahtlar, fincan zarfları, yazı takımları, beşik, mücevher kutuları, saatler….Bu bölümün en vurucu, en dudak uçuklatan vitrini ise üç kalın cam arkasında hareketli bir platformda sergilenip güvenlik nedeniyle 24 saat kamera gözetimindeki ünlü Kaşıkçı Elması oluyor. Üzerine düşen ışığı bir sağa bir sola dönerek etrafa saçan 70x60 mm lik ve 86 carats lık elmas. Yolumuza devam ederken sağımızdaki tünel, bizi boğazın göze sığmayan panoramasını seyredebileceğimiz, fotoğraf çekebileceğimiz teraslı Mecidiye Köşküne getiriyor.
Mecidiye Köşkü
Bu bölümde "Konyalı" tarafından işletilen ve saraydaki tek yemek yenecek yer olan restoran bulunuyor.
Genellikle Mecidiye Köşkünün orada zarif bir süs havuzu bulunuyor. Sekizgen planlı, renkli camlarla süslü, Revan köşkü yanından geçerek birkaç basamakla çıkılan büyük havuzlu bölümün sağında Topkapı Sarayının en estetik yapısı olan sedef, çini, ayetlerle bezenmiş Bağdat Köşkü yer alırken, tam karşımızda sarı süslü kubbesi ile adeta Topkapı Sarayı anı platformu ile karşılaşıyoruz.
Ziyaretçilerin, Fotoğraf çekip, çektirip, altın Boynuz Haliç'in Marmara'ya açılışını uzun süre seyrettikleri bu bölümü dönerken fıskiyeli havuza günümüzde dilek amaçlı para atanlara da tanık oluyoruz.
Çini panolarla süslü Sünnet Köşkü. Dış çinilerde uygulanan hayvan motifleri, mavi nebati desenler.
Sarayın III. Avlusu. Çiçeklerle süslü ağaçlı geniş bölümde bir de güneş saati bulunuyor. Bu bölümde kutsal emanetlerin sergilendiği Hırka-i Saadet Dairesi geziliyor.

Harem
Girilmesi yasak olan yer anlamına gelen Harem'e tarihte bile hekim dışında giren olmadığı, kadınları tam olarak kimsenin göremediği anlatılıyor. 16. yy da kurularak genişleyen Harem Dairesi pencereleri tümüyle Haliç'e bakıyor.
Karaağalar Bölümü, Kadınlar Bölümü, Padişah Bölümü olmak üzere üç ana bölümden oluşan Haremde yaklaşık 400 oda bulunuyor. Revaklarla çevrili taşlıklara açılan üniteler arasında hastane, mutfak, hamamlar, helâlar yer alıyor. Sarayın kontrol kulesi günümüzde ziyarete kapalı olmasına rağmen ilginç mimarisi ile ilgi çekiyor
Haremde bulunan hamamın bir ilginç tarafı da padişah banyo sırasında başı sabunluyken bir saldırı veya suikasta hedef olmaması için demir kafesli kapıların içten kilitlenebilir olması. Duvarlarda pano halinde bulunup yukardan aşağı akan süslü çeşmeler ise akarken çıkan su sesi ile konuşulanların duyulmazlığı sağlanırmış.
Harem bölümünün en büyük odası ise Valide Sultan'a ayrılmış. Duvarları meyve resimleri ile süslü Yemiş Odası ilgi çeken bir başka mekân. Kubbeler, renkli camlarla kaplı ışığı süzen pencereler, çiniler, motifler, saray eşyaları Harem Dairesinin geçmişine ışık tutuyor.

Wednesday, April 26, 2006

Paella-Galata-Sultanahmet-Topkapı (2.bölüm)



İstanbul'da tarihi üçgen yarımadanın uç kısmını oluşturan Sultanahmet Bölgesi, tarih boyunca hep en önemli ve en makbul yerleşim bölgesi olmuş. Roma ve Bizans hanedanları saraylarını buraya, Marmara Denizi'nin düz manzarasına bakan yamaçlarına oturtmuşlar. Osmanlılar ise sarayları için daha geniş açılı ve değişik perspektifli bir köşeyi seçmişler... (Topkapı Sarayı)
19. Yüzyıl’a kadar, 400 yıl, Sultanahmet Bölgesi birbirinden güzel yapılarla ve yemyeşil tabiat dokusuyla donatılmış. 1830'lardan itibaren de padişahların Boğaziçi saraylarına göç etmesiyle, Sultanahmet sönükleşmiş...
XX. Yüzyıl başında şehre yeni bir hapishane gerektiği zaman, bunun için uygun bulunan ilk yer, sönük ve terk edilmiş Sultanahmet olmuş...(Bugün bu hapisane restore edildi ve Four Season Oteli oldu. Bizde Cumartesi öğleden sonra kahve keyfi yapmak için buraya uğradık).

İstanbul, kurulduğu günden bu yana bu çevreden idare edilmiş... En görkemli ibadethaneler, saraylar, meydanlar, anıtlar hep burada yer almış... Sultanahmet ve çevresi, tam anlamıyla ‘imparatorlukların kalbi’ ve ‘imparatorların tahtı’ imiş...
Buyüzdendirki, bendenizde bu tarihi yarım ada da vakit geçirmeyi çok sever. Düşlerimden birtaneside bu yarım adanın en iyi şekilde korunması ve hiç bozulmamasıdır...


Sultanahmet'de herzaman arabayı arasta çarşısı yakınlarında bir yere park ederim ve sonrada yukarıya doğru yürürüm. Cumartesi günüde arkadaşlarımla buluşmak için aynısını yaptım ama bu sefer yukarıya yürümek yerine, hemen bir sokak sonra döndüm ve işte karşımda keşf edilmeyi bekleyen yepyeni bir sokak. Sokağa girince bambaşka bir yerde hissediyorsunuz kendinizi. Baştan aşağıya,sağlı sollu sokak cafeleri, küçük hosteller ve elsanatları satan minik dükkanlar...

Demet arkadaşım, şahsım, Ankara'dan gelen arkadaşlarımızla Yıldız ve Alev'le birlikte bu cafe'lerden birinde oturduk. Topkapı sarayından sonra biraz dinlenmek, birazda stres atmak için, biralarımızı, patates kızartmamızı ve çılgınlık yaparak ekstradan sigara böreğimizide sipariş ettik ve güneşli bir İstanbul gününün tadını çıkarttık. Hemde servis yapanlar ve dükkan sahipleri dışında hiç Türk olmayan bir ortamda...!!!!
Kısaca eğer, bir Pazar günü çıkıp gitseniz şimdi Sultanahmet’e, “Orada ne yaparım acaba?” diye düşünür müsünüz? “Düşünürüm” diyenlere “Sultanahmet’i hakkıyla gezmek için bir gün yetmez bile!” demek zorundayım... Eminönü’nden tramvayla gelin Sultanahmet’e erkenden... İçinde öldüresiye yarışlar yapılan, gladyatörlerin etrafında döndükleri anıtların etrafında dolaşın, inceleyin... Saray kalıntılarının olduğu tarafa da uğrayın... Dönün yüzünüzü Ayasofya’ya; biletinizi alıp dolaşın daha önce gezmiş de olsanız. Ama, sindire sindire bu sefer...
Devam edecek....!!!!

Tuesday, April 25, 2006

Paella-Galata-Sultanahmet-Topkapı (1.bölüm)



Cuma akşamı-Paella
Yeni bir yer daha keşfettik. Galata'da Anna isimli bir bayanın işlettiği İspanyol yemekleri yapan, Latin ve İngilizce ağırlıklı canlı müzik çalan, sevimli bir restaurant. Mekandan aklımda kalanlar, duvardaki renkli mozaikler, nefis müzik, rokfor soslu papates ve paella...

PAELLA


Paella aslında Valencia'ya ait bir yemek, sonradan geleneksel İspanyol yemeği olmuş.İsminide pişirildiği kaptan almış. İspanya'ya Romalılar kap kacağı getirmiş, Araplarda insanlık tarihinin temel besini olan pirinci.
Sanskrit lisanında "pa" içmek anlamında kullanıyormuş buda patera, patina ve patella da türetilmiş. Bunlarda çok amaçlı (kızartmak da dahil) mutfak gereclerine verilen admış.
Sözlüğe baktığım "patella" tava- "paella" da kızartma anlamında kullanılıyor. Endülüs'te Arapların hakim olduğu dönemde balıklı yapılan pirinç yemeği halkın özel kutlamalarında ve oruç zamanı yeniyormuş. Daha sonraları pirinç günlük hayata girmiş ve çeşitlendirilmiş. Ördek, tavuk, dana eti, sebze ile çeşitlendirilmiş ve değişik türlerde pişirlmeye başlanmış. 1840'larda bu yemek Valencia Paella olarak adlandırılmış. Daha sonralarıda İspanyolların vazgeçilmez geleneksel yemeklerinden biri olmuş.
Paella yuvarlak bir kapta ve ağzı kapatılmadan pişiriliyor. Eskiden insanlar bu yuvarlak kapta pişen paella'yı yine yuvarlak masanın ortasına koyarlarmış ve ellerinde ahşaptan çok özenle yapılmış yapılmış kaşıkları ile kendi önlerinde üçgen yapacak kadar yerlermiş. Daha sonrada masadaki herkes hep birlikte Paella'nın ortasını yermiş.
Paella'nın içinde neler mi var...
Pirinç, tereyağ, domates, zeytinyağ, biber, safran, deniz ürünleri (midye, karides, kalamar...), biberiye, su ve tuz.
Birgün yolunuz Madrid'te düşerse eğer, Barraca'da deniz ürünlü Paella'nın tadına bakın... Yada yolunuz İstanbula düşerse ozaman Galatadaki bu yere uğrayın, İspanyada tadacağınız kadar çok başarılı olmasada yinede değişiklik fena olmaz değilmi...
İkinci bölümde Ankaralı arkadaşlarım,Topkapı sarayı ve Sultanahmet maceralarımız var...

Wednesday, April 19, 2006

Maşukiye-Sapanca


Maşukiye, Kocaeli'nin güneydoğusunda, Sakarya sınırında yer alan küçük bir belde. Kuzeyinde, yılın neredeyse 8 ayı beyazlığını koruyan Kartepe, güneyinde masmavi Sapanca gölü var. Dağların ve gölün arası yemyeşil bir dokuya sahip. Kestane, meşe, fındık ve her türlü meyve ağacı oluşturuyor bu yemyeşil dokuyu. Gerçekten de, otobandan ayrılıp gişelerden Maşukiye'ye doğru ilerlerken, sadece 1 saat içinde nasıl olup da böylesine farklı bir yere geldiğinize inanamıyorsunuz.



Şebnem arkadaşım artık Maşukiyenin yerlisi sayıldığı için kahvaltı edilebilecek alternatif yer seçenekleri sundu. Naturland hoştu ama bizim istediğimiz yer değildi. Buyüzden, doğayla iç içe olabileceğimiz ve bizi yeterince şımartıcağına inandığımız klasik yerimiz olan Cansu Alabalık’a gittik. Kiremitte sucuklar mı desem, kiremitte ertime peynirlermi, kaşarlı mantar mı artık bilemiyorum. Kızarmış ekmek, patates kızartması, yağ, bal... vs. vs.. sayabildiklerim... (fotoğrafta sadece yerimden alkmadan önümdeki yeri çektim, koca ahşap masa tamamen doluydu efendim)... Kısacası yeterince şımartıldık burada... 4 saatlik kısa bir kahvaltıdan sonra yediklerimizin erimesi ve akşamüzeri yiyeceğimiz gözlemeye yer açılması için dağlara yürümeye karar verdik...




Yol sormak için durduk. Lord of the roots olarak kart bastırıan ve ağaç köklerinden çeşitli figürler yapan bir sanatçı bize 6 saatlik yumuşak bir parkur önerdi. Neyse söylenen güzergahta yürüyüşe başladık. İlk 5 dk’dan sonraki aramızda geçen konuşmalar...

Ş: “ Tabiki sıfır beden olmasına şaşmamak lazım, bir daha yolu şöyle 52 beden giyen birilerine soralım...!!!”
Ş: “ben bittim, mola istiyorum..”
A: “Dayanamayacağım kondisyon eksikliği bu olsa gerek.. nefes almam çok zorlaştı...”
A: “Şu asa bize yardımcı olacağa benzer...”
A: “hadi biraz daha yukarıya çıkalım...”
Ş: “Birniz şu köşeye kadar gitsin baksın orayı dönünce bir şey var mı...”
A: “Çıkalım yukarıya biraz daha..”
Ş “Parkur hafifledi...”
Ş: “Manzara nefis.. manzaranın görülebileceği en güzel nokta burası, iyiki Arzu pes etmemişin...”

Evet parkur 6 saatti ama biz bir saatlik bölümünü yaptık... Başka bir parkuruda araba ile yapmak için Kartepeye doğru yola çıktık... Size 2 mevsimi birden yaşadığıızı belirtmeden edemeyeceğim, çünkü aşağıda bahar vardı ama yukarı çıktıkça hava soğumaya başladı ve tepeden duran karlar.. resimler 16.04.2006 tarihinde çekilşmiştir efendim..


Neyse tepeye kadar çıktık.. Baktık bir şey yok yine klasik yerlerimizden biri olan Sunset’e indik. Manzara eşliğinde türk kahvemizi içtik ve aşağıya başka bir köye indik... Orada da minderlerin üzerine kurularak gözlememizi ve çayımızı içtik... Bir yemeli içmeli günü daha noktaladık...

Paskalya ve Sembolleri ve Paskalya Çöreği


Paskalya çöreğine bayılıyorum. İnanılmaz lezzetli bir tadı var. İşyerimiz Şişli’ye taşınana kadar hiç damla sakızlısını yememiştim. Bu mahalle geleneklerine bağlı olduğu için herşey usulüne uygun yapılıyor tabiki paskalya çöreğide buna dahil…Pencereler, yumurta dolu bahar dalları ile kaplandı. İçinde hediye olan tavşan çukulatalar tüm pastane vitrinlerini doldurdu, evlerin sokak kapılarına baharı simgeleyen çelenkler asıldı… Kısacası mahellemize rengarenk bahar geldi…
Paskalya Tavşanın ve yumurtanın neyi simgelediğini merak eden TW için bu kısa bilgiyi ekliyorum…


Paskalya, Hıristiyan dininin en önemli bayramıdır; İsa’nın son yemeğini, ölümünü, insanlar için kendini feda edişini ve üç gün sonra dirilişini simgeliyor. Türkiye’de Paskalya’ya dair tek etkinlik seçkin pastanelerde gördüğümüz renkli yumurtalar... Boyanmış, rengarenk şekillerle süslenmiş el emeği göz nuru yumurtaların hediye edilmesi Hıristiyanlığın yayılmaya başladığı çağa dayanıyor. Yumurta, her zaman için,yeniden doğuşun simgesi olmuş. Daha o zamanlar, Mısırlılar ve Persler, misafirlerine yeni ve uzun bir yaşam dileği olarak, lila, pembe, mavi gibi canlı ilkbahar renkleriyle boyanmış yumurtalar hediye ederlermiş. Bu sevimli alışkanlık, kuşaktan kuşağa, yüzyıldan yüzyıla sirayet etmiş, bugüne kadar dini Paskalya bayramının eşliğinde ulaşmış.
Bugün hala, birçok Avrupa ülkesinde yumurtalar kaynatılıyor, boyanıyor ve doğurganlığın sembolü olan tavşancıklarla, doğanın uyanışını simgeleyen bahar çiçekleriyle süsleniyor.
Avrupa ülkelerinin bazılarındaki kutlama şekilleri ise;
İsveç’te ise Paskalya (påsk) içine Hıristiyanlıktan önceki töre ve kutlamalardan öğeler karışmış dini bir kutlamadır.
40 günlük oruç, Protestanlığın Katolik kiliseden kopmasıyla birlikte kaybolmuş, Paskalya haftasında özellikle de paskalya gününde siyah giyinme adeti ortadan kalkmış. Bu törelerin yerini yenileri almış. Paskalya yaklaştığında evler paskalyayı ve baharı simgeleyen motif ve renklerle bezenir. Yaprağa duran ince dallar renkli tüylerle süslenerek eve konur. İçi boşaltılmış yumurtalar renk renk boyanarak evin çeşitli yerlerine asılır. Paskalyadan önceki Perşembe günü (skärtorsdag) küçük kızlar cadı kıyafetine bürünüp komşuları dolaşır, para ve şeker toplarlar. İsveç folklorunda cadılarla ilgili eski bir inancın izlerini taşıyan bir töredir bu. çi şeker dolu bu yumurta kutuları saklayıp çocuklara aratmak ise günümüzün törelerinden biri olmuş. Saklanan bu yumurtaları bir tavşanın (påskhare) getirip sakladığı uydurmacası 1900’lerin başında Alman göçmenleri ile birlikte İsveç folkloruna girmiş.

Monday, April 17, 2006

2-3 saatlik haftasonu


Çok güzel bir haftasonu geçti. Hava inanılmaz güzeldi ve güneş masmavi gözkyüzünde her iki gün boyunca parladı ve içimizi ısıttı...Cumartesi Fenerbahçe'de, Pazar günüde Sapanca-Maşukiye'de ....



Cumartesi Günü
Cumartesi günü termoslarımızdan birine çayımızı koyduk, diğerine sıkılmış portakal suyumuzu, küçük kaplara çeşitli peynir dilimleri ve verelini beyaz fırın.
Paskalya, poğça, sosisli pizza, simit derken baktık iş çığrından çıkıyor hemen çıkalım buradan dedik ve Fenerbahçe parkındayız. Bizden daha önce gelenlere hasetle baktıktan sonra, kendimize uygun deniz kenarında bir yer bulduk... Masamızın üzerine nevaleler açıldı ve 3 saatlik kısa bir kahvaltının ardından!!! laleleri, yelkenlileri arkamızda bırakarak Fenerbahçe parkından ayrıldık...
bu arada Fenerbahçenin 5-3 yenilmesine çok üzüldüm doğrusu...

Evde Sex and the City’nin son sezon bölümlerinden birini izledik... Eğlenceli bir saatin ardından sonra bu seferde başka bir parkta yürüşe devam ettik. Kısacası bol yemeli, yürümeli, eğlenceli bir Cumartesi günü geçti. Yarında Sapancayı anlatırım...

Thursday, April 13, 2006

Ben Bunlarla Büyüdüm

Baktım Mr.TDbirkaçgündür sitesinde çizgi filmleri yayınlıyor, hatta nefis video bölümlerini koyuyor. İki gündür de çocukluğumuzun çizgi filmleri, nostalji yaşayalım diye FW e-mail geliyor. Link vereyim hem kendimede ilerisi için hatırlatma olur. Linkte tüm çizgi filmler ayrıtıları ile anlatılıyor. Geriye dönmek TV karşısında bunlaı seyretmek sonrada uykuya dalmak kaygısızca, korkusuzca ne güzeldi... http://www.realfiesta.com/anime.htm




Wednesday, April 12, 2006

2010 İstanbul- 108 sırada İstanbul

Einstein in bir lafı var:
"Başarılı olmak için 3 şey gereklidir...
1. Çalışın
2. Uyuyun
3. ÇENENİZİ KAPALI TUTUN"

Bu hafta içersindeki iki haber dikkatimi çekti.

1.İngiltere de, Mercer Uzmanları tarafından yapılan araştırmada, İstanbul’un yaşanacak en iyi kentler sıralamasında 108 seçilmesi.
2.2010 Avrupa Kültür Başkenti Seçilen İstanbul.

Dünyanın 200’den fazla kentinde, bireylerin güvenliği, çevre, eğitim, sağlık, ulaşım gibi kamu hizmetleri ve yaşam kalitesi gibi 39 kriter dikkate alarak yapılan araştırma değerlendirilmiş ve İstanbul bu kentler arasında 108 olmuş.
Listenin ilk 10’u,
Zürih, Cenevre, Vancouver, Viyana, Auckland, Düseldorf, Frankfurt, Münih, Bern, Sidney ve
İstanbul’un geride bıraktıkları
Bükreş, Zagreb, Manila, Sofya, Pekin, Kazablanka, Cakarta, Yeni Delhi, Beyrut, İslamabad, Belgrad, Cidde, Saraybosna, Kiev, Moskova, Tahran, Amman, Kahire…
Geride bıraktığımız şehirleri görünce fazla söze gerek yok sanıyorum.

Zaten merak ediyorum, şehrin 3/4 gecekondudan oluşuyorsa, 12 milyonluk kentin 76 km’lik metro hattı varsa (bu diğer kentlerde nekadar bilmiyorum ama Londra ve Parisi, yer üstüne çıkmadan tüm şehri yerin altından dolaşabiliyorsunuz…), bir İstanbul’lu trafikte ortalama 4 saatini harcıyorsa (buna haftasonuda dahil), sadece bir sokağının kaldırımları yılda 3 kez değiştirilip herdefasında dahada kötüsü yapılıyorsa, yağmur yağdığında dereleri taşıyor, evleri su basıyorsa, halkın %80’i trafik kurallarına uymuyorsa, hiç bir semtinde musluktan akan su içilmiyorsa… geride bıraktığımız şehirlerin halini düşünmek bile istemiyorum…

Gelelim 2010 Avrupa Kültür Başkenti Seçilen İstanbul … bu konuda yazmadan önce araştırdım ve bir websitesi olduğunu öğrendim… http://www.istanbul2010.org/
Diyorum ki, belki bu unvanın verdiği sorumlulukla 2010 yılına kadar hayallerimden bazıları gerçek olur…
İstanbul’la ilgili nelermi düşlüyorum. Evimden 20 dk’da metroyla işe gidebilmeyi, koşabileceğim, yüreyebileceğim ve bisiklete binebileceğim yeşil alanları, kültürel faaliyetlerin çok iyi organizasyonlarla yürütüldüğü ve birçok ünlünün katıldığı etkinlere aylar hatta yıllar öncesinden bilet almayı ve heycanla o günü beklemeyi, tarihi eserlerin umumi tuvalet olarak kullanılmadığı korunduğu vs.vs….
Hoş aşağıdaki seçilmiş kentlere bakınca bunda da haksız sayılmam değil mi….

Avrupa Kültür Başkenti [AKB] Seçilen Kentler1985 Atina -Yunanistan
1986 Floransa -İtalya
1987 Amsterdam -Hollanda
1988 Berlin -Almanya
1989 Paris -Fransa
1990 Glasgow -İskoçya
1991 Dublin -İrlanda
1992 Madrid -İspanya
1993 Anvers -Belçika
1994 Lizbon -Portekiz
1995 Lüksemburg
1996 Kopenhag -Danimarka
1997 Selanik -Yunanistan
1998 Stockholm -İsveç
1999 Weimar -Almanya
2000 Avignon -Fransa, Bergen -Norveç, Bologna -İtalya, Brüksel -Belçika, Helsinki -Finlandiya, Krakov -Polonya, Reykjavik -İzlanda, Prag -Çek Cumhuriyeti, Santiago de Compostela -İspanya
2001 Porto -Portekiz, Rotterdam -Holanda
2002 Bruges -Belçika
2003 Salamanca -İspanya, Graz -Avusturya
2004 Genova -İtalya, Lille -Fransa
2005 Cork -İrlanda
2006 Patras -Yunanistan
2007 Lüksemburg, Sibiu -Romanya
2008 Liverpool -İngiltere, Stavanger -Norveç
2009 Linz -Avusturya

Tuesday, April 11, 2006

Üniversite- düşler, düşünceler

Her Salı günü Dünya Bankası’nın hazırladığı bir eğitim programına katılıyorum, önceleri İTÜ Maslak Kampüsünde yapılıyordu, sonradan IFC’ye aldılar (İş Kuleleri) şimdi de Bilgi Ünv. Geçen hafta ünv. kapısından içeriye girdiğimde kanım kıpır kıpır oldu. .Ünv. hayatı hep beni heycanlandırıyor... Anticipation. Tüm mutluluk hormonlarım çalışmaya başlıyor, biran herşeyi unuttuyorum. Çalıştığım ve yaptığım işi, yaşadığım şehri ve ülkeyi, kullandığım arabayı vs.vs.. sadece ünv. var birde etrafımdaki öğrenciler...


Koridordaki tüm notları, afişleri, duyuruları teker teker okudum. Sinema haftası, tarih sohbeti, Mehmet Ali Birand Odası vs..vs.... Anfileri dolaştım, sınıfların içine girdim, asistanların odalarına baktım, dolandım da dolandım, sonra kantinde oturdum, sohbetleri dinledim... Neler konuşuyor gençlik merak ettim, kağıt gibi tostan yedim, hoş özel ünv olduğu için kantininde waffels bile vardı ya... ben yinede klasik olan kaşarlı tostumdan vazgeçmedim.. Ünv. bir dolu boş zamanınız vardır ve neyapacağınızı hiç bilmezsiniz, kantinde aptal aptal dolanır, yazında çimenlere uzanır vakit geçirirsiniz. Bazılarıda tüm derslere girer not tutar sonra imtihan öncesi yardımcı misyonu ile notlarını paylaşır, onun sayesinde fotokopiciler bayram yapar, notlar elden ele dolaşır ... (Notları elden ele dolaşan gruba giriyordum, malesef ki...). Bugün elimde olsa yine aynısını yapardım, yine derslere girerdim, ama kantinde ve bahçesinde daha fazla zaman harcardım. Hoş Ünv. + iki master + doktora derken toplam 12 yıl harcamışım...şimdi hesapladım bunu... Çok sevdiğim bir 12 yıl...her saniyesinden zevk aldığım...
Neyse şimdi yine eğitime katılmaya gidiyorum... Bu sefer takım elbisemi çıkardım, spor ayakkabı ve pantolon giydim, sadece aynı havayı ve düşünceleri iki saatliğinede olsa yeniden paylaşmak için....

Wednesday, April 5, 2006

Bahar Yorgunluğu-Havadaki Virüsler


Baktım Bezen hasta, Yıldız hasta, diğer bloglardaki arkadaşlarda hasta veya yorgun... Yıldız'ın önerisi kurşun döktürmek ama, ben diyorum ki önlem almak lazım. Özelliklede bahar mevsiminde sindirim sistemimiz güçsüzleşiyormuş. Bu konu ile okuduğum yazıyı sizinlede paylaşayım. Hepinize geçmiş olsun. Dinamik geçireceğiniz bir bahar diliyorum...
Türkiye ve Amerikan Diyetisyenler dernekleri üyesi Uzman Diyetisyen Dilara Koçak, insanların eskiye göre daha fazla hastalandığını, bunu önlemek için de bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi gerektiğini vurguladı. Özellikle mevsim geçişlerinde bağışıklık sistemiyle ilgili daha dikkatli olunmasının önemine işaret eden Koçak, bağırsakta 400’den fazla bakteri bulunduğunu ve bunlar arasındaki dengenin bozulmasının bağışıklık sisteminin de bozulmasına neden olduğunu bildirdi. Koçak, bunda ise çok karışık beslenme, stres ve besinleri hazırlama şeklinin önemli olduğunu dile getirdi. Baharla birlikte insanlarda meydana gelen birtakım değişikliklerde vücudun temizleme sisteminin iyi çalışmamasının da etkili olduğunu anlatan Koçak, “Bahar mevsiminin başladığı bugünlerde birçok kişide, genel bir bitkinlik, güçsüzlük, yorgunluk, isteksizlik, uykusuzluk, huzursuzluk gibi şikayetler görülüyor” diye konuştu.Bahar yorgunluğuna güneş ışığına maruz kalma süresi ile mevsimsel beslenme değişikliklerinin neden olduğunu ifade eden Koçak, şikayetlerin üstesinden çok basit tedbirlerle gelinebileceğini belirtti.

ÖNERİLER
Dilara Koçak, şunları kaydetti:“Oysa günde 5-6 porsiyon sebze-meyve tüketerek, içilen su miktarını artırarak, açık havada yürüyüş yaparak, iyi ve kaliteli bir uykuyla bunların üstesinden gelinebilir. Isınan hava vücudun su ihtiyacını artıracağı için günlük içilen su miktarı 3 litre civarında tutulmalı. Yeşil çay içilmeli. C, A ve E vitaminleri, selenyum ve omega 3 kullanılmalı. Sentetik yerine pamuklu kumaştan üretilen kıyafetler tercih edilmeli. Her gün akşam ya da sabah duş alınmalı. Fonksiyonel besinler hayata girmeli. Probiyotik ve prebiyotik içeren içecekler, bağırsak sistemini güçlendirdiği için özellikle mevsim geçişlerinde tüketilmeli.”

Tuesday, April 4, 2006

Burgaz Ada-Panarmos-Pyrgos (Kale Burcu)



Kınalı, Burgaz, Heybeli, Büyük Ada....vapurun arkasında yolculağa eşlik eden martılar...
Sezen Aksu’nun şarkısında söylediği gibi,
Ada vapuru yandan çarklı
Bayraklar donanmış caf caflı
Simitçi kahveci gazozcu
Şinanay da yavrum şinanay
Estirir de ada yeli estirir
Seni sevindirir beni kusturur
Lüküs kamarada kimler oturur
Şinanay da yavrum şina şinanay
şinanay da şinanay hopa şinanay
Müslümanı yahudisi urumu
İsporcusu ihtiyarı veremi
Kiminin saçı uçar kiminin eteği
Şinanay da yavrum şina şinanay
Şinanay da şinanay hopa şinanay
Pazar sabahı erkenden Burgaz ada’ya vardık. Henüz sezon açılmadığı için ada kalabalık değildi. Sadece evlerini havalandırmak yaza hazırlık yapmak için adanın yerlileri gelmişti. Kendimi bir bayram sabahında gibi hissettim. Herkes birbirine gülümseyerek, Rum aksanlarıyla “günaydın”, “hayırlı yazlar olsun”, diyordu. Umarım hayırlı ve bol kazançlı yaz mevsimi geçirirler. Çünkü uzun zamandır hiçbukadar kibar bir şekilde kahve sunulmamıştı bana, hemde bir kırathanede.
Ada turumuza, gemiden inince sol taraftan yukarı doğru tırmanarak başladık. Yukarıdan çektiğim bir iki fotoğrafı ekliyorum.
Toplam tur yaklaşık iki saat sürdü. Yukarıdan kaşık ve heybeli adanın görüntüsü hafif sisler içinde olağanüstü güzeldi, ormanın içinden geçtik, cennet yolundan aşağıya indik ve sahildeyiz. Kıskandırmak gibi olmasın ama, bahar güneşi ile pek bir bronz olmuşum!!! Buarada ikitane martı arkadaşım oldu. Onlara voltacı martılar ismini koydum.

Simitimden bir parça atıyordum biri kaparken, diğeri kafasını önüne eğiyor, gagasını göğüsüne yapıştırıyor ve sonra nefesini açarak kafasını yukarı doğru kaldırıyor ve avazı çıktığı kadar bağrıyordu...” sanıyorum martı dilinde, ama bu haksızlık bende istiyorum diyordu....”.
Tavla, kahve, çay ve gazete olayı dedik... keyifli dinlenme molasını bitirdikten sonra bu seferde sokakların içine doğru yürümeye başladık.

Sait Faik Abasıyanık’ın müzesine gittik ama kapalı olduğu için gezemedik....
Adada yaza hummalı bir hazırlık yapılıyordu, sokaklar doğalgaz için kazınmıştı. Yukarı doğru yürürken bu seferde yerli ada halkından bir bayan “kizim yol burda biter, boşuna gitmeyeniz, aşağıya doğru inesiniz” dedi, bizde sözünü dinledik aşağıya doğru yürüdük, yine bir noktada bayanla yollarımız kesişti, tam o sırada kocaman bir ağcın resmini çekiyordum ki, dediki: “tarihi çınar ağcıdır, 600 yaşında, koruma altına alınmadan önce içinde boyacı yaşardı...” eeee... aldığım bu ücretsiz ve değerli rehberlik hizmetinden sonra kendisine teşekkür ettim,vapura yetişmeye çalışmasaydı bir çay ısmarlamak isterdim ama belliki vapuru kaçırmak istemiyordu...
Sahildeki balık res.birinde oturduk ve güzelce balıklarımızı yedik. Dönüş yolunda güneşin gelme yönünü hesaplayarak vapurdaki yerimize kurulduk ve sabahtan kalma simitimizle martıları besleyerek yolculuğumuzu noktalandırdık...

Monday, April 3, 2006

Tophane-i Amire- Ernst Barlach

Bu haftasonu eve hiç girmedim dersem yalan olmaz. Cumartesi biraz sanat birazda gezi dedik, Tophane-i Amire’de “Ernst Barlach- Modern Çağın Heykeltraşı” sergisine gittik. Pazar günüde İstanbuldan uzaklaşalım ve balık yiyelim dedik ve vapura atladığımız gibi Burgaz adasında bulduk kendimizi...


Cumartesi- Cihangir,Tophane-i Amire, Tophane, Ortaköy

Tophane-i Amire yüzyıllar boyu üretime yönelik bir endüstri kuramayan Osmanlılar`da savaş endüstrisine yönelik yapıların ilklerindendir.

İstanbul`un fethinde topların oynadığı büyük rolün, kurmayı tasarladığı evrensel imparatorluğun oluşum aşamalarındaki önemini kavrayan Fatih, Galata Surları`nın dışında, Boğaz girişinde Tophane`yi kurdurmuştur.
Ana yapı, İstanbul`da külliyeler içinde yer alanların dışında, Osmanlı`nın en görkemli yapısıdır. Yaklaşık 20m yükseklikteki almaşık taş-tuğla duvarların üstünde, kesme taş örgülü duvar dokusu içinde, bal peteği düzeninde küçük altıgen pencereler bulunur. Çatıda, ön ve arkada iki dizi halinde beşerli, üstü ikişer fenerli beşik tonoz örtü ve ortada yuvarlak pencereli kasnaklar üzerinde yükselen, fenerli beş büyücek kubbe vardır.


Tophane-i Amire`nin Kent içindeki konumu Osmanlı kentsel estetiğine yalın katkı, özgün bir boyut getirmiştir.
İç mekan, alabildiğine yalınlığın ne denli anıtsallığa dönüşebileceğinin en iyi örneklerindendir: Ortada iki sıra beşer kesme taş, kare kesitli büyük ayağın taşıdığı, sıvasız tuğla dokularıyla kubbeler, beşik tonozlar... Ve çok yukarılardan, yanlardan, üstten ve yine yanlardan gelen ışık demetleri... Aslında ışık girsin, duman çıksın diye yapılmıştır tümü.
1958 yıkımlarından sonra ana bina restore edilmiş, cadde boyunca bir sıra dükkan yapılmıştır. Kullanım biçimine bir türlü karar verilemediğinden, kırk yıla yakın “yasak bölge” kapsamında boş tutulmuştur. 1998`de Mimar Sinan Üniversitesi Kültür ve Sanat Merkezi olarak yeniden işlevlendirilmiştir.

Ernst Barlach- Modern Çağın Heykeltraşı

Alman ekspresyonizmin sanatçılarından heykeltıraş, ressam ve edebiyatçı Ernst Barlach (1870-1938).
Sergide, 100 üzerinde grafik ve 50’nin üzerinde de bronz heykel eseri yer alıyor. Eserler, sanatçının tematik ve tarihsel olarak yaşamını, sanatını ve zamanının tarihsel olaylarını yansıtıyormuş. 1. Dünya Savaşı sırasında yaşayan Barlach, eserlerinde; köylüleri, dilencileri, şarkı söyleyen, dans eden, içki içen sıradan insanları ve peygamberleri figür olarak kullanmış. Benim en çok hoşuma giden, şarkı söyleyen adam ile, düşleyen kadın oldu.
Sonraki yıllarda sanatçının eserleri, Alman faşizminin kültür ideolojisine uygun olmadığı gerekçesiyle kaldırılmış ya da yıkılmış. Barlach'a 'yozlaşmış' damgası vurulmuş ve sanatçı dışlanmış.
30 Nisan'a kadar devam edecek olan Ernst Barlach sergisi daha sonra, 18 Mayıs'tan itibaren, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve Goethe-Institut Ankara'da da sergilenecekmiş, Ankaradaki arkadaşlarıma duyrulur.

Tophane,

Not: Heykel dışındaki tüm resimler, bana aittir. Yarında artık Burgaz Ada’yı anlatırım.

About

.
 
google-site-verification: google6264df489a134469.html