skip to main |
skip to sidebar
Dün akşam, İstanbul Modern'de François- Marie Banier'in "Gerçek Öyküler" fotoğraf sergisinin açılışına davetli olarak katıldım. Sergiyi, Fransız Baharı 2006 kapsamında, Fortis, L'Oréal, Paris Belediyesi ve AFAA desteklediği için yabancı konukların sayısı epey bir fazlaydı.
Heryerde fransızca konuşan şık bayanlar ve beyler vardı!!! :-)) nasıl hoşuma gitti bilemezsiniz. (Zira haftasonu gördüğüm manzaraları unutmama bile yardımcı oldu). Bir an kendimi Paris'te falan hissettim. Bir mutlu oldum ki sormayın gitsin:-))
Sergiden sonra, İstanbul Modern'in boğaz ve Topkapı Sarayı manzarası olan rest. yemek yemek, yavaş yavaş ışıklarını yakan İstanbul'u, martılar eşliğinde bir yakadan diğer yakaya giden vapur görüntüleri arasında izlemek süper keyifliydi...
"Gerçek öykülerde", siyah beyaz çekilmiş fotoğraflar sergileniyordu ve çoğunlukla potre ağırlıklıydı. Bir kaç fotoğraftada mürekep tekniği kullanılmıştı. Fotoğraf üzerinde mürekep lekeleri ve yazılar vardı. İlginçti.
Potre olanlar çok güzeldi. Özelliklede Coca Cola içen yaşlı kadına bayıldım bayıldım bayıldım... İncil okuyan tombul bayan,Yves Saint Laurent, Ray Charles, Yaşlı çifte başı gözükmeyen bayan, rahibin karşısında diz çökmüş yaşlı bayan... bunlar sayabildiklerim. Türkiyedede çektiği fotoğraflarda bulunuyordu. Yaşar Kemalin potresi çok güzeldi.
FRANÇOIS-MARIE BANIER youmuyla fotoğraf ve "Gerçek Öykülerin" öyküsü...
” Sokakta, birden bire karşımda bir biçim yükseliyor, kesinlikle tanıdık olmayan bir yüz beliriveriyor. Ve benimle konuşuyor. Ayağın, yoluna devam etmek için güdülenmesi gibi, bu da ilerleyen bir öykü, her bir kişinin, her gün yavaş yavaş biçimlendirdiği bir romandır. Başı örtülü ya da örtüsüz, hırçın ifadeli, solgun gülüşlü, omuzları, başın üzerindeki gökyüzünü dengede tutarmış gibi görünen bu kişilere aşığım. Yürüyüşlerin, yani üslupların fotoğrafını çekiyorum. Üslup, gerçeğin içinde yer almanın bir yoludur ki bu bir roman yazarı için çok önemli bir sözcüktür. Her şey sadece fikirden, akıldan şöyle bir geçen düşünceden, renkten, hayal meyal bir dar geçitten ibaret olduğunda kişilik söz konusu değildir.
Kişilik benim için ne demektir? Her şeyden önce bir varoluş biçimi.
Bir yerlerde şöyle bir sır vermiştim: “Onları uçurumun kenarından yakalıyorum”; doğrudur. Fotoğrafçı olmamın nedeni, bizim evrensel ve dokunaklı iğretiliğimiz olan bu kırılganlıktır: onları bir saniye daha, kısa bir süre daha, daha, daha ayakta tutacak çekim merkezlerini, denge noktalarını yeniden buldukları her saniyenin betisini kişilerde, yaşamın orta yerinde yakalamak.”
“Her resimli fotoğraf bir yeniden başlangıç gibi. Konunun esinlediği, fotoğrafın çekim anınını bana esinleyen biçimlerin çekişmesi mi? Anıya ne oldu? Özellikle de fotoğrafın kendisi nasıl düş kurar? Fotoğrafların bir yaşantısı var ve evinize ayak basıp, size aşklarından, fikirlerinden, saçmalıklarından söz eden ve, Tanrı’ya şükür, gülmekten patlayan şu kişiler gibi fotoğraflar da fırçamın önündeler. Bu konuda son sözü ben değil, resimli fotoğraflarıma bakan kişi söyleyecek.”
“Fotoğrafçı kimdir? İpi olmayan bir ip cambazı, orkestrası olmayan bir orkestra şefi, duygulu ve yürekli olan az ya da çok dik kafalı gerçekçi bir hayalcidir, işaret parmağının hafif bir eylemi, evreni durdurmaya yeter. Fotoğrafçı evreni kıpırdayamaz hale getirir, birden bire durduruverir, ortaya serer. Onu sağlamlaştırır. Sanat yapıtı bu noktada başlar: bittiği anda. Çekilen, basılan, seçilen fotoğraf, artık satılmıştır diyebilirim.”
“Benim gelip geçenlerim yüreklidirler. Aşkın, her tür savaşın, her tür yalnızlığın ardından sağ kalarak ilerliyorlar. Yüzlere meraklı olan, gerçeklikte bir süreklilik arayan, ona bakma, onu izleme utanmazlığı ya da cesareti olan için sokağın benzersiz bir yönü var. İlerleye ilerleye, maske bozuluyor. Uyurgezer olarak, ya da gözleri tamamen açık ya da yarı kapalı olarak, ganimetlerini bakmayı bilene teslim ediyorlar. Gülüşünüze, sonsuza dek yok olmuş aşkınıza, temiz kalbinize, başarısız intiharınıza, ödenmemiş faturalarınıza, sefilliğe, onun sefilliğine kayıtsız kalarak yürüyorlar.”
“Tarih’i yazmanın iktidarı kadar güçlüdür. Dürüst insan için tehlike büyüktür. Ve burada hiçbir zaman kullanmamayı tercih edeceğim biz sözcük dile gelir: sorumluluk. Bu kez, tanıklık bir yargıdır. Acı ağırdır: zamana meydan okur, bize ve çocuklarımızın çocuklarına dokunduğu için, dramı oynayanların oldukça ötesine geçer.”
Gerilimli bir hafta geldi geçti. Fırtına gibiydi!!! Birçok şey öğrendim!!! Mesela, yılların insan üzerinde birikim yaptığını!!! (code of ethics....:-)), insan yapısının değişiklerle değişim gösterdiğini vs.vs...
Bu arada Pazar günkü yürüyüşde gözlerim sizleride aradı...
Yeni bir haftaya daha başlıyoruz, yaz gelince işlerim yoğunlaşıyor ama ben tatil moduna giriyorum, ne olacak halim bilinmez:-)) Öncellikle, şöyle Egeden başlayıp Akdenizde sonlanan 9 günlük bir tatil programı hazırlamayı düşünüyorum...
Beyaz güle gelince, çok severimde...:-) Sevdiğim bir şeyle başlamak istediğim haftaya...:-))
Beyaz Gül
seni arıyorum kalabalık caddelerde,
tanımadığım insanlar geçiyor, sen yoksun..
perişan hayallerimin başladığı yerde,
sana sesleniyorum, duyuyor musun?
beyaz güller açtı bahçelerde , sevdiğin..
ya o karanfil , baygın kokulu çiçek.
gel yalnızlık bahçeme beyazlar giyin,
anladım ki bu ömür sensiz geçmeyecek.
odamı süsleyen ellerini uzat,
hazzından dile gelsin bastığın halı..
açılsın sevincinden perdeler kat kat..
ışık ve ateş senin için yanmalı..
sonra çevir düğmesini, radyonun
sevdiğin musiki dolsun odama,
dinle şarkısını büyük koronun,
beni düşün! beni düşün ağlama..
içimden bir ses diyor ki sabret..
sonu gelecek bu yalnızlığın,
bütün aynalar gülecek elbet,
açılacak kapılar ansızın..
yalnız sen varsın beyaz gülüm,
evde bahçede ve sokakta,
bir eylül akşamı gördüğüm ,
o beyaz hayalsin uzakta..
yakınsın yalnızlık kadar,
uzaksın yakınmış gibi,
sensiz yaşadığım yıllar
bu kadar güzel değildi.
yeter.. gel artık yeter..
karanfiller açtı gel
kış bahçesinde , güller
beyaz güller açtı gel !!
Ümit Yaşar Oğuzcan
Gerim gerim ve gerimli bir haftanın bitimine az kaldı. Bugün dayanamadım ve öğlen yemeğimi yemekhanede yemek istemedim. Hava okadar sıcak ve güzeldi ki, bende fırladım dışarı çıktım. Taksim, Sıraselvilerde yeni açılan Servato'ya gittim. Manzarası şekilde görüldüğü üzeredir. Artık yemeklerini tadacağım ve puan vereceğim içindir bilinmez, ikram pek bir güzeldi. (tabiki arkadaşımın da orada çalışıyor olmasının bunda önemli bir payı var!) . Suflesi benden 10 puan aldı.
Sufle gelir gelmez hemen dayanamayıp yediğim için resmini çekmek, silip süpürdükten sonra aklıma geldi. Neyse bende ona en yakın sufle fotoğrafını buldum buyrun bakalım. Bende biraz kötü olayım dedim :-)) Yarın ve Pazar günü çalışıyorum. Sonrasında kocaman bir tatil hak ediyorum...
Bir hafta buralarda olmayacağım. Yoğun bir hafta olacak. Bir hafta sonra görüşmek üzere. Bu arada;
1. Kardeşim çok koyu Fener'li olduğu için ve çok üzüleceğini ve üzüldüğünü bildiğim için Fenerbahçe'nin şampiyonluğu kaybettiğine üzüldüm. Ama öte yandan çok sevindim, çünkü eğlenmesini bilmeyen bazı Fenerbahçe taraftarlarının sabaha kadar korna çalmalarından uyuyamayacaktık, sabahleyin gazetelerde daha fazla kötü haber okumadık, birde çok şımarmışlardı canım...!!! Galatasarayın şampiyon olmasına sevindim, çünkü yokluktan var ettiler, hakları ile kazandılar, birde kasalarına para girdi. Haaaaaaaa, benim takım mı, sevgili Beşiktaş üçüncü oldu. Bu yıl onuncu falan oluruz diyordum ama sonradan sonraya toparladı ve birde Türkiye Kupasını aldı, daha ne olsun!!! Seneye umarım Şampiyon Beşiktaş olur...
2. Yıldızcığım, ODTÜ şenliklerinin birinde görüşmek üzere...
3. Dilara'ya iyi yolculuklar diliyorum. Bol bol eğlensin, güzel güzel gezsin ve hoş süprizlerle karşılaşsın.
4. Adil ve Bezen Hindistan, hoş geldiniz ve umarım hoş dönmüşünüzdür Amerika'ya, tatil keyfinizi umarım üzerinizden uzun müddet atmazsınız. :-))
5. Figen, yavrulardaki değişimi merakla bekleyeceğim.
6. Sevgili Zeynep,sanmaki Coca Cola milyarderi oldum, sizleri unutup safariye tek başıma gidiyorum:-(( yok ... yok.. öyle birşey... sadece yoğun ve stresli bir hafta için buralarda gözükmeyeceğim.
I'll be back next week...
Tarihi çok seviyorum. Böyle hemen hergünde ilgimi çeken birşeyin tarihçesini araştırıyorum. Geçenlerde kağıt parayı merak etmiştim, onunla ilgili bir araştırma buldum.
Bir ay öncede "Casanova" filmini seyretmiştim. O zaman kazanovanın kim olduğunu, gerçekte nasıl biri olduğunu merak ettim ve biraz araştırdım, kısa hikayeler buldum. Bugünde her ikisinede buarada yer vermek istedim.
KAZANOVA
Giacomo Casanova 1725 yılında Venedik’te dünyaya gelir. Babası aktör, annesi ise güzelliği tüm Avrupa’da nam salan bir aktristtir. Başlangıçta sürekli burnu kanayan ve hastalıklarla savaşan bir çocukken, etrafında bulunan güçlü kadınların ona iyi bakıp, onunla yakından ilgilenmeleri sonucu güçlü kuvvetli bir delikanlı olur.
- Erken yaşta zekasını ispatlayan Casanova, Padua Üniversitesinde öğrenim gördükten sonra Saint Cyprian rahipler okuluna katılır. Ancak ayyuka çıkan aşk skandalları yüzünden buradan kovulur. 1742 yılında doktorasını tamamlar.
- 1744 yılında Roma Kardinali Acquaviva'nın sekreterliğine getirilir. Ancak patlak veren skandalları sebebiyle buradan ayrılmak zorunda kalır ve Venedik'e gider.
- Casanova kemancılıktan sekreterliğe, casusluktan askerliğe kadar birçok yerde çalıştı. Yayımlanmış oyunları ve şiirleri bulunan efsanevi kahramanın en ünlü yapıtı epik bir otobiyografi olan "History of My Life" ( Hayatımın Tarihçesi)'dir.
- 1749 yılında hayatının aşkı Henriette ile tanışan Casanova, sevdiği kadına şu satırları yazar: "Bir kadının erkeği günün 24 saati eşit derecede mutlu edebileceğine inanmayanlar, Henriette ile hiç tanışmamış demektir." Buna karşılık Henriette ise Casanova'yı kırık kalbiyle başbaşa bıraktı.
- Katolik Kilisesi Soruşturma Bürosu tarafından yıllarca kovalanan Casanova 1755 yılında büyü yapmaktan dolayı tutuklanır ve hapse atılır. Ancak Casanova zekice bir planla buradan da kaçmayı başarıp soluğu Paris'te alır. Bir kahraman gibi karşılanan Casanova piyangodan kazandığı ikramiye ile Avrupa seyahatine kaldığı yerden devam eder.
- Casanova, bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırlarında bulunan Dux şatosunda 4 Haziran 1798'de hayata gözlerini yumar. Ölümünden sonra ise bitmeyen tutkunun ve ölümsüz cazibenin simgesi haline gelir.
KAĞIT PARANIN TARİHÇESİ
Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kağıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
Batıda kağıt paraların basılması ve kullanılması 17 nci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kağıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massechusetts Hükümeti, İngiltere'de ise "Goldsmiths" ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir.
A) OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KAĞIT PARA
1) Kaime
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk banknotlar idari, sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği tanzimat döneminde tedavüle çıkarılmıştır. Banknotlar bu dönemde esas olarak reformların finanse edilmesi amacıyla basılmıştır.
İlk Osmanlı banknotları Abdülmecit tarafından 1840 yılında “ Kaime-ı Nakdiye-ı Mutebere ” adıyla, bugünkü dille “Para Yerine Geçen Kağıt”, bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde olmak üzere çıkarılmıştır. Bu paralar matbaa baskısı olmayıp, elle yapılmış ve her birine de resmi mühür basılmıştır. Kaimelerin zaman içerisinde taklidinin kolayca yapılması ve kağıt paraya olan güvenin azalması nedeniyle 1842 yılından itibaren matbaada bastırılmasına başlanarak, el yapımı olanlarla değişimi sağlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1862 yılına kadar çeşitli şekil ve miktarlarda kaime ihraç edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası “Bank-ı Osmani”, 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında “Bank-ı Osmanii Şahane” adıyla bir devlet bankası niteliğini kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sık sık Avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı Bankası’na hükümetin hiç bir biçimde kağıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak, 30 yıl süre ile kağıt para ihracı imtiyazını vermiştir. Osmanlı Bankası ilk olarak 1863 yılında, istendiğinde altına çevrilmek üzere, Maliye Nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkarmış, 1863-1914 yılları arasında da çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etmiştir.
Yukarıda belirtilen taahhüt verilmekle birlikte, Osmanlı yönetimi Osmanlı Bankası ile anlaşarak, halk arasında "93 Harbi" olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek amacıyla kaime ihraç etmiştir.
2) Evrak-ı Nakdiye
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Bankası hükümetin avans ve banknot ihraç isteğini geri çevirmiştir. Bu anlaşmazlık, Banka’nın savaş döneminde banknot ihraç ayrıcalığını kullanmayacağını açıklaması üzerine giderilmiş ve Osmanlı yönetimi, 1915 yılından itibaren altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek dört yıl boyunca, yedi tertipte toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkarmıştır. Bu banknotlar “evrak-ı nakdiye” adı altında Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir.
B) CUMHURİYET DÖNEMİ BANKNOTLARI
Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden evrak-ı nakdiyeler, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılamadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır.
Bir devletin egemenlik ve bağımsızlık sembolü olması nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun” kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Bu kanun ile, mevcut evrak-ı nakdiyenin aynı nitelik ve miktarda kağıt para ile değiştirilmesi esas alınıp, paranın şekli ve basılıp değiştirilmesi gibi konuları düzenlemek üzere, Maliye Vekaleti’nden bir temsilcininin başkanlığında Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankaları ile Türkiye’de faaliyet gösteren diğer başlıca bankaların birer temsilcisinden oluşan bir komisyonun görevlendirilmesi hükme bağlanmıştır.
1) Birinci Emisyon (E1) Grubu Banknotlar
Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon 9 aylık bir çalışma sonunda 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılması kararını almış ve basım işi, bir İngiliz firması olan Thomas De La Rue’ya verilmiştir. Bu banknotlar, filigranlı kağıtlara kabartma olarak basılmıştır.
Bu emisyon grubundaki banknotlar 1 Kasım 1928 Harf Devrimi’nden önce bastırıldığı için ana metinleri eski yazı Türkçe, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır.
İlk Türkiye Cumhuriyeti banknotları olan Birinci Emisyon Grubu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir.
KAYNAKÇA:
Akyıldız, A. (1996): Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası, Kağıt Para ve Sosyo-Ekonomik Etkileri - Eren Yayıncılık
Köklü, A. (1947): Türkiye’de Para Meseleleri - Milli Eğitim Basımevi
Tekeli, İ. - İlkin, S.(1997): Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası - Banknot Matbaası.
Son olarakta para ile ilgili özlüsöz:
Eflatun''a sormuşlar;İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir ?
Eflatun tek tek sıralamış, Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler.Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
İki hafta önce Sapanca'dan balkonuma bir sürü çiçek aldım ve onlara gözüm gibi bakıyorum. Her sabah ilk işim balkonuma çıkmak ve onların güzelliğini seyretmek.
Bu arada lila ve beyaz rengi olan çiçeğimin ismini bilmiyorum ama güvercinler sanıyorum bu çiçeğime kıl oluyorlar.Çünkü hep koparıp koparıp duruyorlar.
Yemiyorlarda, sadece çiçekleri boyundan koparıyorlar...:-(( Onun için iki tane rüzgar gülü koydum ama oda fayda etmedi.Beyazdan artık eser kalmadı.
Bu haftasonuda, maydonoz, nane ve yeşil biber ekmeyi planlıyorum.
Balkonumda çiftçiliğe başlayacağım !!! Birde bahçem olsaydı kimbilir neler yapardım...:-))
Zuhal Olcay’ın Tilbe Saran’ın birlikte oynadığı Nathalie, daha önce 2003’TE Fanny Ardant, Emmanuele Beart ile Gerard Depardieu'lü kadrosuyla Anne Fontaine yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılmış.
Oyunun konusu; opera sanatçısı Sonia'nın kocasıyla boşanmaya giden ilişkisinin sorumluluğunu karşı tarafa yüklemek için onu baştan çıkaracak kiralık kadın Nancy'yi tutmasını anlatıyor. Oyuna adını veren Nathalie Ribout ise sahnede olmayan ancak Sonia'nın hayatını derinden etkileyen bir kadın figürü olarak hikâyenin içinde yer alıyor. 'Nathalie' her ne kadar İki kadının arasında geçen bir öykü olarak görünse de yine sahnede olmayan erkek kahraman üzerinde yoğunlaşıyor.
Nancy (Nathalie Ribout-Zuhal Olcay) bu rolüyle ödül aldı. Ancak benim ödülüm Tilbe Saran’a. Çok başarılıydı. Yıkılmış ve boşanmış bir kadının duyduğu acıyı oyunda açıkça seyircilere hissettirdi…Dedikodu yapardık burada ama paparazzi yazısına dönüşmesin diyorum…!!!
Bu oyun tiyatro sahnesine ilk defa Türkiye’de konuyormuş. Yani biryerlerden kopya almamışızdır derken, birde baktım ki, Zuhal Olcay, Julia Roberts’in Pretty woman’daki oyununu oynuyor. Sadece ilk 5-10dk böyle birşey hissetim, belkide başındaki o kısa kesimli kızıl peruk, sakız çiğnemesi v.b. beni bu şekilde düşünmeye itti, bilemiyorum …
Efendim, oyun 16 yaşından küçüklere tavsiye edilmiyor. Bu yüzden içindeki konuşmaların ne şekilde geçtiğini tahmin edersiniz herhalde.
Sonuç, konu ilginizi çektiyse ve işiniz yoksa gidin derim. Oyun, bayanların eşleri (eski eş olsa dahi) ile ilgili gerçekleri pembe yalan olarak görmek istediklerini aktarıyor.
Cumartesi sabah 6:30’da İstanbuldan yola çıktık. İstikamet Zonguldak. Evden Demet arkadaşımı almak için 6:00 gibi yola çıktım, işyerine 2 dk’lık yürüme mesafesinde oturuyor, bunedenle şiddetle kendisini kıskanıyorum. Neyse normalde hafta içi 1:00 ile 1:40 dk arasında ulaştığım yere 12 dk’da ulaşınca !!! insan pek bir mutlu oluyor canım. Yine sabahın çok erken saati olmasına rağmen, trafikte hatrı sayılacak kadar çok araba vardı. Dedik ki, keşke normal günde ve yoğun zamanda da trafikte bu kadar araç olsa, çünkü o zaman İstanbulda hepbirlikte insanca yaşayabileceğimiz uygunlukta bir kalabalık olurduk. (Hafta sonu sahilde dolaşma yeri olan yerlerde insanlar piknik tüpleri ve çizgili pijamaları ile dolaşmaz, laleri koparmaz, çiçekleri ezmez, hatta yedikleri poşetleri öylece çimenlerin üzerine bırakmaz, okumak amaçlı değil de, ekmek sarmak için aldıkları gazete kağıtlarını çimenlerin üzerinde bırakıp gitmezlerdi belkide).
Evet, otobandan M.Ö.1200 yıllarına dayanan uzun bir geçmişi olan, kara elmas olarak da adlandırılan kömür ve bu kömürü ekonomimize kazandıran Zonguldak’a doğru yola çıktık. (Türkiye topraklarının %1.1’ini kaplayan bu şirin ilimizin etrafı Bolu, Karabük ve Bartın illeri ile çevreli) 10:00 gibi Eğrelieydik, şehrin merkezinde, deniz kenarındaki çay bahçelerinin birinde kaşarlı tost, simit ve çay molası verdik. 10:30 gibide Zonguldaktaydık. İstanbulda evden işe gidip gelmek gibi bir yolculuk...!!! Yol’un güzelliğini anlatmam imkansız, dağlar yemyeşil, ağaçların renkleri açık yeşilden koyu yeşile kadar dalga dalga heryeri kaplamış. Yeni filiz veren, yapraklarını yeni yeni açan ağaçların rengi ise sarı ile açık yeşil arasındaydı. Hele bir ara, sağ tarafımızda yeşil dağlar ve sol tarafımızda mavi deniz boyunca ilerledik.(buarada Zonguldak topraklarının %48’inin dağlık olduğunu öğrendim).
Demet’in annesi hasta olduğu için önce onu ziyaret ettik. Öğleden sonrada Zonguldak gezimize başladık. Yukarıda, mühendisler lokali, ve tabibler lokalinden manzarayı seyrettik , yunuslar, kayalara vuran dalgalarından arasından atlayıp bize gösteri yapıtılar. Birkaç balıkçıda, uçurumdaki yüksek kayaların üzerinde yer tutmuşlardı, oltalarını akşamüzeri yapacakları keyifli muhabet için denize atmışlardı . Bizde ince belli bardakta çayımızı içelim dedik (Çayı bize ikram ettiler). Sonra Fener’e gittik. Yine yunuslar bizi karşıladı. Oradan lima’a indik. Bu yunuslarda çok tatlı canım, heryerdeler. Limanın içine, belkide balıkları takip ederek girmişlerlerdi, bilmiyorum ama limanda da dalıp dalıp çıkıyorlardı. Sonra 2003 yılında maden şehitleri yapılmış için anıtı gördük. Yine pek bir üzüldüm, ona benzer bir anıt Washington’da vardı. Vietnam’da ölen askerler için yapılmıştı. Pırıl pırıl tertemizdi. Burada ise bazı şehitlerin plaketleri duvardan sökülmüştü. Anlam veremedim neden söktüklerine, liman kapısındaki görevliye sordum, çok politik bir şekilde “abla benim konu hakkında bilgim yok TTK’ya sorcaksınız” yanıtını verdi. Sonradan öğrendimki, plaketleri söküp, satıyorlarmış...!!!
Neyse efendim, dönüş yolunda Sapanca’ya uğradık. Klasik yerimizde çay içtik. Ev-ce’nin patlıcan salatası pek bir güzel oluyor. Almak için herzamanki yere giderken, önünden hızlı geçtiğim için ilgili yeri göremedik, sonra aynı yoldan geri dönerken ev-ce tabelasını gördük. Boğazı için Fizan’a gidenlerden olduğumuz için tabela’yı takip ettik ve nefis bahçesi olan imalathanesini keşf ettik. Yeni bir yerimiz daha oldu. Kırkpınar köyünde. Heryer tertemiz, mutfak pırıl pırıldı. Süper kelimesini kullanarak, haftaya uğrama ve kahvaltı etme sözü vererek ayrıldık oradan...
Not: Fotoğraf makinesinin pilini şarja koymadığım için resim çekemedim o yüzden resimler internet’den alınmıştır.
"Coca-Cola İçecek A.Ş., 2004 yılındaki halk arz denemesinin ardından ikinci kez 3-5 Mayıs tarihleri arasında halka arz edilmek üzere talep toplayacak. Hisse senetleri 6,00-7,50 YTL fiyat aralığı ve talep toplama yöntemiyle ortak satış şekliyle halka arz edilecek."
şeklindeki haberi duyduktan sonra bugün ilk işim halka arz talep toplama formunu doldurmak oldu. Eeee... artık zengin olursam hepinizi fotoğraf safarisine götürürüm...:-))
Cumartesi günü neyazık ki çalıştım. Akşam iş çıkışı Teşvikiyedeki Milli Reasürans çarşısındaki cafe'ye gittik. Yemekleri nefisti.
Pazar günü işyerimizin düzenlediği pikniğe gittik. Yer Silivri yakınlarında Çeltik köy'de Çamlık Et Lokantası idi. Hava bulutlu ve soğuk olmasına rağmen piknik olayının tadını çıkartmaya kararlıydık. İstop, yakan top, valeybol hepsini sırasıyla oynadık. Tabiki sigara içen arkadaşlarımız iki koşmadan sonra nefesleri kesildiği için bizlere yenilmeye mahkum oldular :-))
Piknik eğlenceli başladı ama hüzünlü bitti. Daha önce iki defa kalp krizi geçiren arkadaşımız futbol oynayıp kalbini biraz daha yorunca, kalp krizi geçirdiği için hastaneye kaldırıldı. Elektro şok yapılan arkadaşımız yeniden hayata döndü,ama 15 dk içersinde 8 defa kalp krizini atlatarak.
37 yaşında ve 2 çocuk babası olmasına rağmen hala daha sigara içip, alkol kullanıyor ve hastalığını hiçe sayıyorsa söylenecek söz kalmıyor bize...
İşte 1-2 saatliğinede olsa, voleybol, istop, yakantop oynayarak tadını çıkartığımız bir haftasonuda böylece sona erdi. Bugün Pazartesi ve yeni bir haftaya merhaba diyorum, herkese güzel bir hafta dileğiyle...
Pages
Tuesday, May 30, 2006
Gerçek Öyküler: FRANÇOIS-MARIE BANIER
Dün akşam, İstanbul Modern'de François- Marie Banier'in "Gerçek Öyküler" fotoğraf sergisinin açılışına davetli olarak katıldım. Sergiyi, Fransız Baharı 2006 kapsamında, Fortis, L'Oréal, Paris Belediyesi ve AFAA desteklediği için yabancı konukların sayısı epey bir fazlaydı.
Heryerde fransızca konuşan şık bayanlar ve beyler vardı!!! :-)) nasıl hoşuma gitti bilemezsiniz. (Zira haftasonu gördüğüm manzaraları unutmama bile yardımcı oldu). Bir an kendimi Paris'te falan hissettim. Bir mutlu oldum ki sormayın gitsin:-))
Sergiden sonra, İstanbul Modern'in boğaz ve Topkapı Sarayı manzarası olan rest. yemek yemek, yavaş yavaş ışıklarını yakan İstanbul'u, martılar eşliğinde bir yakadan diğer yakaya giden vapur görüntüleri arasında izlemek süper keyifliydi...
"Gerçek öykülerde", siyah beyaz çekilmiş fotoğraflar sergileniyordu ve çoğunlukla potre ağırlıklıydı. Bir kaç fotoğraftada mürekep tekniği kullanılmıştı. Fotoğraf üzerinde mürekep lekeleri ve yazılar vardı. İlginçti.
Potre olanlar çok güzeldi. Özelliklede Coca Cola içen yaşlı kadına bayıldım bayıldım bayıldım... İncil okuyan tombul bayan,Yves Saint Laurent, Ray Charles, Yaşlı çifte başı gözükmeyen bayan, rahibin karşısında diz çökmüş yaşlı bayan... bunlar sayabildiklerim. Türkiyedede çektiği fotoğraflarda bulunuyordu. Yaşar Kemalin potresi çok güzeldi.
FRANÇOIS-MARIE BANIER youmuyla fotoğraf ve "Gerçek Öykülerin" öyküsü...
” Sokakta, birden bire karşımda bir biçim yükseliyor, kesinlikle tanıdık olmayan bir yüz beliriveriyor. Ve benimle konuşuyor. Ayağın, yoluna devam etmek için güdülenmesi gibi, bu da ilerleyen bir öykü, her bir kişinin, her gün yavaş yavaş biçimlendirdiği bir romandır. Başı örtülü ya da örtüsüz, hırçın ifadeli, solgun gülüşlü, omuzları, başın üzerindeki gökyüzünü dengede tutarmış gibi görünen bu kişilere aşığım. Yürüyüşlerin, yani üslupların fotoğrafını çekiyorum. Üslup, gerçeğin içinde yer almanın bir yoludur ki bu bir roman yazarı için çok önemli bir sözcüktür. Her şey sadece fikirden, akıldan şöyle bir geçen düşünceden, renkten, hayal meyal bir dar geçitten ibaret olduğunda kişilik söz konusu değildir.
Kişilik benim için ne demektir? Her şeyden önce bir varoluş biçimi.
Bir yerlerde şöyle bir sır vermiştim: “Onları uçurumun kenarından yakalıyorum”; doğrudur. Fotoğrafçı olmamın nedeni, bizim evrensel ve dokunaklı iğretiliğimiz olan bu kırılganlıktır: onları bir saniye daha, kısa bir süre daha, daha, daha ayakta tutacak çekim merkezlerini, denge noktalarını yeniden buldukları her saniyenin betisini kişilerde, yaşamın orta yerinde yakalamak.”
“Her resimli fotoğraf bir yeniden başlangıç gibi. Konunun esinlediği, fotoğrafın çekim anınını bana esinleyen biçimlerin çekişmesi mi? Anıya ne oldu? Özellikle de fotoğrafın kendisi nasıl düş kurar? Fotoğrafların bir yaşantısı var ve evinize ayak basıp, size aşklarından, fikirlerinden, saçmalıklarından söz eden ve, Tanrı’ya şükür, gülmekten patlayan şu kişiler gibi fotoğraflar da fırçamın önündeler. Bu konuda son sözü ben değil, resimli fotoğraflarıma bakan kişi söyleyecek.”
“Fotoğrafçı kimdir? İpi olmayan bir ip cambazı, orkestrası olmayan bir orkestra şefi, duygulu ve yürekli olan az ya da çok dik kafalı gerçekçi bir hayalcidir, işaret parmağının hafif bir eylemi, evreni durdurmaya yeter. Fotoğrafçı evreni kıpırdayamaz hale getirir, birden bire durduruverir, ortaya serer. Onu sağlamlaştırır. Sanat yapıtı bu noktada başlar: bittiği anda. Çekilen, basılan, seçilen fotoğraf, artık satılmıştır diyebilirim.”
“Benim gelip geçenlerim yüreklidirler. Aşkın, her tür savaşın, her tür yalnızlığın ardından sağ kalarak ilerliyorlar. Yüzlere meraklı olan, gerçeklikte bir süreklilik arayan, ona bakma, onu izleme utanmazlığı ya da cesareti olan için sokağın benzersiz bir yönü var. İlerleye ilerleye, maske bozuluyor. Uyurgezer olarak, ya da gözleri tamamen açık ya da yarı kapalı olarak, ganimetlerini bakmayı bilene teslim ediyorlar. Gülüşünüze, sonsuza dek yok olmuş aşkınıza, temiz kalbinize, başarısız intiharınıza, ödenmemiş faturalarınıza, sefilliğe, onun sefilliğine kayıtsız kalarak yürüyorlar.”
“Tarih’i yazmanın iktidarı kadar güçlüdür. Dürüst insan için tehlike büyüktür. Ve burada hiçbir zaman kullanmamayı tercih edeceğim biz sözcük dile gelir: sorumluluk. Bu kez, tanıklık bir yargıdır. Acı ağırdır: zamana meydan okur, bize ve çocuklarımızın çocuklarına dokunduğu için, dramı oynayanların oldukça ötesine geçer.”
Tuesday, May 23, 2006
Beyaz Gül
Gerilimli bir hafta geldi geçti. Fırtına gibiydi!!! Birçok şey öğrendim!!! Mesela, yılların insan üzerinde birikim yaptığını!!! (code of ethics....:-)), insan yapısının değişiklerle değişim gösterdiğini vs.vs...
Bu arada Pazar günkü yürüyüşde gözlerim sizleride aradı...
Yeni bir haftaya daha başlıyoruz, yaz gelince işlerim yoğunlaşıyor ama ben tatil moduna giriyorum, ne olacak halim bilinmez:-)) Öncellikle, şöyle Egeden başlayıp Akdenizde sonlanan 9 günlük bir tatil programı hazırlamayı düşünüyorum...
Beyaz güle gelince, çok severimde...:-) Sevdiğim bir şeyle başlamak istediğim haftaya...:-))
Beyaz Gül
seni arıyorum kalabalık caddelerde,
tanımadığım insanlar geçiyor, sen yoksun..
perişan hayallerimin başladığı yerde,
sana sesleniyorum, duyuyor musun?
beyaz güller açtı bahçelerde , sevdiğin..
ya o karanfil , baygın kokulu çiçek.
gel yalnızlık bahçeme beyazlar giyin,
anladım ki bu ömür sensiz geçmeyecek.
odamı süsleyen ellerini uzat,
hazzından dile gelsin bastığın halı..
açılsın sevincinden perdeler kat kat..
ışık ve ateş senin için yanmalı..
sonra çevir düğmesini, radyonun
sevdiğin musiki dolsun odama,
dinle şarkısını büyük koronun,
beni düşün! beni düşün ağlama..
içimden bir ses diyor ki sabret..
sonu gelecek bu yalnızlığın,
bütün aynalar gülecek elbet,
açılacak kapılar ansızın..
yalnız sen varsın beyaz gülüm,
evde bahçede ve sokakta,
bir eylül akşamı gördüğüm ,
o beyaz hayalsin uzakta..
yakınsın yalnızlık kadar,
uzaksın yakınmış gibi,
sensiz yaşadığım yıllar
bu kadar güzel değildi.
yeter.. gel artık yeter..
karanfiller açtı gel
kış bahçesinde , güller
beyaz güller açtı gel !!
Ümit Yaşar Oğuzcan
Friday, May 19, 2006
19 Mayıs Öğle Yemeği
Gerim gerim ve gerimli bir haftanın bitimine az kaldı. Bugün dayanamadım ve öğlen yemeğimi yemekhanede yemek istemedim. Hava okadar sıcak ve güzeldi ki, bende fırladım dışarı çıktım. Taksim, Sıraselvilerde yeni açılan Servato'ya gittim. Manzarası şekilde görüldüğü üzeredir. Artık yemeklerini tadacağım ve puan vereceğim içindir bilinmez, ikram pek bir güzeldi. (tabiki arkadaşımın da orada çalışıyor olmasının bunda önemli bir payı var!) . Suflesi benden 10 puan aldı.
Sufle gelir gelmez hemen dayanamayıp yediğim için resmini çekmek, silip süpürdükten sonra aklıma geldi. Neyse bende ona en yakın sufle fotoğrafını buldum buyrun bakalım. Bende biraz kötü olayım dedim :-)) Yarın ve Pazar günü çalışıyorum. Sonrasında kocaman bir tatil hak ediyorum...
Monday, May 15, 2006
1 hafta yokum
Bir hafta buralarda olmayacağım. Yoğun bir hafta olacak. Bir hafta sonra görüşmek üzere. Bu arada;
1. Kardeşim çok koyu Fener'li olduğu için ve çok üzüleceğini ve üzüldüğünü bildiğim için Fenerbahçe'nin şampiyonluğu kaybettiğine üzüldüm. Ama öte yandan çok sevindim, çünkü eğlenmesini bilmeyen bazı Fenerbahçe taraftarlarının sabaha kadar korna çalmalarından uyuyamayacaktık, sabahleyin gazetelerde daha fazla kötü haber okumadık, birde çok şımarmışlardı canım...!!! Galatasarayın şampiyon olmasına sevindim, çünkü yokluktan var ettiler, hakları ile kazandılar, birde kasalarına para girdi. Haaaaaaaa, benim takım mı, sevgili Beşiktaş üçüncü oldu. Bu yıl onuncu falan oluruz diyordum ama sonradan sonraya toparladı ve birde Türkiye Kupasını aldı, daha ne olsun!!! Seneye umarım Şampiyon Beşiktaş olur...
2. Yıldızcığım, ODTÜ şenliklerinin birinde görüşmek üzere...
3. Dilara'ya iyi yolculuklar diliyorum. Bol bol eğlensin, güzel güzel gezsin ve hoş süprizlerle karşılaşsın.
4. Adil ve Bezen Hindistan, hoş geldiniz ve umarım hoş dönmüşünüzdür Amerika'ya, tatil keyfinizi umarım üzerinizden uzun müddet atmazsınız. :-))
5. Figen, yavrulardaki değişimi merakla bekleyeceğim.
6. Sevgili Zeynep,sanmaki Coca Cola milyarderi oldum, sizleri unutup safariye tek başıma gidiyorum:-(( yok ... yok.. öyle birşey... sadece yoğun ve stresli bir hafta için buralarda gözükmeyeceğim.
I'll be back next week...
Friday, May 12, 2006
Kağıt Paranın Tarihçesi - Kazanova
Tarihi çok seviyorum. Böyle hemen hergünde ilgimi çeken birşeyin tarihçesini araştırıyorum. Geçenlerde kağıt parayı merak etmiştim, onunla ilgili bir araştırma buldum.
Bir ay öncede "Casanova" filmini seyretmiştim. O zaman kazanovanın kim olduğunu, gerçekte nasıl biri olduğunu merak ettim ve biraz araştırdım, kısa hikayeler buldum. Bugünde her ikisinede buarada yer vermek istedim.
KAZANOVA
Giacomo Casanova 1725 yılında Venedik’te dünyaya gelir. Babası aktör, annesi ise güzelliği tüm Avrupa’da nam salan bir aktristtir. Başlangıçta sürekli burnu kanayan ve hastalıklarla savaşan bir çocukken, etrafında bulunan güçlü kadınların ona iyi bakıp, onunla yakından ilgilenmeleri sonucu güçlü kuvvetli bir delikanlı olur.
- Erken yaşta zekasını ispatlayan Casanova, Padua Üniversitesinde öğrenim gördükten sonra Saint Cyprian rahipler okuluna katılır. Ancak ayyuka çıkan aşk skandalları yüzünden buradan kovulur. 1742 yılında doktorasını tamamlar.
- 1744 yılında Roma Kardinali Acquaviva'nın sekreterliğine getirilir. Ancak patlak veren skandalları sebebiyle buradan ayrılmak zorunda kalır ve Venedik'e gider.
- Casanova kemancılıktan sekreterliğe, casusluktan askerliğe kadar birçok yerde çalıştı. Yayımlanmış oyunları ve şiirleri bulunan efsanevi kahramanın en ünlü yapıtı epik bir otobiyografi olan "History of My Life" ( Hayatımın Tarihçesi)'dir.
- 1749 yılında hayatının aşkı Henriette ile tanışan Casanova, sevdiği kadına şu satırları yazar: "Bir kadının erkeği günün 24 saati eşit derecede mutlu edebileceğine inanmayanlar, Henriette ile hiç tanışmamış demektir." Buna karşılık Henriette ise Casanova'yı kırık kalbiyle başbaşa bıraktı.
- Katolik Kilisesi Soruşturma Bürosu tarafından yıllarca kovalanan Casanova 1755 yılında büyü yapmaktan dolayı tutuklanır ve hapse atılır. Ancak Casanova zekice bir planla buradan da kaçmayı başarıp soluğu Paris'te alır. Bir kahraman gibi karşılanan Casanova piyangodan kazandığı ikramiye ile Avrupa seyahatine kaldığı yerden devam eder.
- Casanova, bugünkü Çek Cumhuriyeti sınırlarında bulunan Dux şatosunda 4 Haziran 1798'de hayata gözlerini yumar. Ölümünden sonra ise bitmeyen tutkunun ve ölümsüz cazibenin simgesi haline gelir.
KAĞIT PARANIN TARİHÇESİ
Para icat edilmeden önce, deniz kabuğundan kıymetli metallere kadar çeşitli mallar değişim aracı olarak kullanılmıştır. Tarihi kayıtlara göre, M.Ö. 118 yılında Çinliler deri para kullanmışlardır. İlk kağıt para ise M.S. 806 yılında yine Çin’de ortaya çıkmıştır.
Batıda kağıt paraların basılması ve kullanılması 17 nci yüzyılın sonlarına rastlamaktadır. İlk kağıt paranın 1690’lı yıllarda Amerika Birleşik Devletleri’nde Massechusetts Hükümeti, İngiltere'de ise "Goldsmiths" ler tarafından basıldığı ve dolaşıma çıkarıldığı, 1694 yılında İngiliz Merkez Bankası ve daha sonra diğer ülke merkez bankalarının kurulması ile de yaygınlaştığı görülmektedir.
A) OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA KAĞIT PARA
1) Kaime
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk banknotlar idari, sosyal ve yasal reformların gündeme geldiği tanzimat döneminde tedavüle çıkarılmıştır. Banknotlar bu dönemde esas olarak reformların finanse edilmesi amacıyla basılmıştır.
İlk Osmanlı banknotları Abdülmecit tarafından 1840 yılında “ Kaime-ı Nakdiye-ı Mutebere ” adıyla, bugünkü dille “Para Yerine Geçen Kağıt”, bir anlamda para olmaktan çok faiz getirili borç senedi veya hazine bonosu niteliğinde olmak üzere çıkarılmıştır. Bu paralar matbaa baskısı olmayıp, elle yapılmış ve her birine de resmi mühür basılmıştır. Kaimelerin zaman içerisinde taklidinin kolayca yapılması ve kağıt paraya olan güvenin azalması nedeniyle 1842 yılından itibaren matbaada bastırılmasına başlanarak, el yapımı olanlarla değişimi sağlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nda 1862 yılına kadar çeşitli şekil ve miktarlarda kaime ihraç edilmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nda, 1856 yılında İngiliz sermayesi ile kurulan Osmanlı Bankası “Bank-ı Osmani”, 1863 yılında Fransız ve İngiliz ortaklığında “Bank-ı Osmanii Şahane” adıyla bir devlet bankası niteliğini kazanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun sık sık Avrupa piyasalarından borçlanmak zorunda kaldığı dönemlerde İngiltere ve Fransa, devletten ziyade, kendi idaresi altındaki bu bankaya güven duymuş ve mali ilişkilerini bu banka kanalıyla yürütmeyi tercih etmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu, Osmanlı Bankası’na hükümetin hiç bir biçimde kağıt para basmayacağı ve başka bir kuruma da bastırmayacağı taahhüdünde bulunarak, 30 yıl süre ile kağıt para ihracı imtiyazını vermiştir. Osmanlı Bankası ilk olarak 1863 yılında, istendiğinde altına çevrilmek üzere, Maliye Nezareti ve kendi mühürlerini taşıyan banknotları tedavüle çıkarmış, 1863-1914 yılları arasında da çeşitli şekil ve miktarlarda banknot ihraç etmiştir.
Yukarıda belirtilen taahhüt verilmekle birlikte, Osmanlı yönetimi Osmanlı Bankası ile anlaşarak, halk arasında "93 Harbi" olarak bilinen 1876-1877 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, savaş masraflarını karşılayabilmek amacıyla kaime ihraç etmiştir.
2) Evrak-ı Nakdiye
Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Bankası hükümetin avans ve banknot ihraç isteğini geri çevirmiştir. Bu anlaşmazlık, Banka’nın savaş döneminde banknot ihraç ayrıcalığını kullanmayacağını açıklaması üzerine giderilmiş ve Osmanlı yönetimi, 1915 yılından itibaren altın ve Alman hazine bonolarını karşılık göstererek dört yıl boyunca, yedi tertipte toplam 160 milyon liranın üzerinde banknot çıkarmıştır. Bu banknotlar “evrak-ı nakdiye” adı altında Türkiye Cumhuriyeti’ne intikal etmiştir.
B) CUMHURİYET DÖNEMİ BANKNOTLARI
Osmanlı İmparatorluğu’ndan intikal eden evrak-ı nakdiyeler, Cumhuriyetin ilk yıllarında para bastırılamadığından, 1927 yılı sonuna kadar tedavülde kalmıştır.
Bir devletin egemenlik ve bağımsızlık sembolü olması nedeniyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, 30 Aralık 1925 tarih ve 701 Sayılı “Mevcut Evrak-ı Nakdiyenin Yenileriyle İstibdaline Dair Kanun” kabul edilerek ilk Türk banknotlarının bastırılmasına karar verilmiştir. Bu kanun ile, mevcut evrak-ı nakdiyenin aynı nitelik ve miktarda kağıt para ile değiştirilmesi esas alınıp, paranın şekli ve basılıp değiştirilmesi gibi konuları düzenlemek üzere, Maliye Vekaleti’nden bir temsilcininin başkanlığında Ziraat, Osmanlı, İtibar-ı Milli, İş, Akhisar, Tütüncüler ve Akşehir bankaları ile Türkiye’de faaliyet gösteren diğer başlıca bankaların birer temsilcisinden oluşan bir komisyonun görevlendirilmesi hükme bağlanmıştır.
1) Birinci Emisyon (E1) Grubu Banknotlar
Dönemin Maliye Bakanı Abdülhalik Renda başkanlığındaki komisyon 9 aylık bir çalışma sonunda 1, 5, 10, 50, 100, 500 ve 1.000 liralık kupürlerden oluşan Birinci Emisyon Grubu banknotların basılması kararını almış ve basım işi, bir İngiliz firması olan Thomas De La Rue’ya verilmiştir. Bu banknotlar, filigranlı kağıtlara kabartma olarak basılmıştır.
Bu emisyon grubundaki banknotlar 1 Kasım 1928 Harf Devrimi’nden önce bastırıldığı için ana metinleri eski yazı Türkçe, kupür değerleri ise Fransızca olarak yazılmıştır.
İlk Türkiye Cumhuriyeti banknotları olan Birinci Emisyon Grubu banknotlar 5 Aralık 1927 tarihinde dolaşıma çıkarılmıştır. Tedavülde bulunan mevcut evrak-ı nakdiyeler ise, 4 Aralık 1927 tarihinden itibaren dolaşımdan çekilerek 4 Eylül 1928 tarihinde değerlerini yitirmişlerdir.
KAYNAKÇA:
Akyıldız, A. (1996): Osmanlı Finans Sisteminde Dönüm Noktası, Kağıt Para ve Sosyo-Ekonomik Etkileri - Eren Yayıncılık
Köklü, A. (1947): Türkiye’de Para Meseleleri - Milli Eğitim Basımevi
Tekeli, İ. - İlkin, S.(1997): Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası - Banknot Matbaası.
Son olarakta para ile ilgili özlüsöz:
Eflatun''a sormuşlar;İnsanoğlunun sizi en çok şaşırtan iki davranışı nedir ?
Eflatun tek tek sıralamış, Çocukluktan sıkılırlar ve büyümek için acele ederler. Ne var ki çocukluklarını özlerler. Para kazanmak için sağlıklarını yitirirler.Ama sağlıklarını geri almak için de para öderler. Yarınlarından endişe ederken bugünü unuturlar. Sonuçta, ne bugünü, ne de yarını yaşarlar. Hiç ölmeyecek gibi yaşarlar. Ancak hiç yaşamamış gibi ölürler.
Thursday, May 11, 2006
Balkondaki Çiçeklerim
İki hafta önce Sapanca'dan balkonuma bir sürü çiçek aldım ve onlara gözüm gibi bakıyorum. Her sabah ilk işim balkonuma çıkmak ve onların güzelliğini seyretmek.
Bu arada lila ve beyaz rengi olan çiçeğimin ismini bilmiyorum ama güvercinler sanıyorum bu çiçeğime kıl oluyorlar.Çünkü hep koparıp koparıp duruyorlar.
Yemiyorlarda, sadece çiçekleri boyundan koparıyorlar...:-(( Onun için iki tane rüzgar gülü koydum ama oda fayda etmedi.Beyazdan artık eser kalmadı.
Bu haftasonuda, maydonoz, nane ve yeşil biber ekmeyi planlıyorum.
Balkonumda çiftçiliğe başlayacağım !!! Birde bahçem olsaydı kimbilir neler yapardım...:-))
Tuesday, May 9, 2006
Nathalie-Zuhal Olcay-Tilbe Saran
Zuhal Olcay’ın Tilbe Saran’ın birlikte oynadığı Nathalie, daha önce 2003’TE Fanny Ardant, Emmanuele Beart ile Gerard Depardieu'lü kadrosuyla Anne Fontaine yönetmenliğinde beyazperdeye aktarılmış.
Oyunun konusu; opera sanatçısı Sonia'nın kocasıyla boşanmaya giden ilişkisinin sorumluluğunu karşı tarafa yüklemek için onu baştan çıkaracak kiralık kadın Nancy'yi tutmasını anlatıyor. Oyuna adını veren Nathalie Ribout ise sahnede olmayan ancak Sonia'nın hayatını derinden etkileyen bir kadın figürü olarak hikâyenin içinde yer alıyor. 'Nathalie' her ne kadar İki kadının arasında geçen bir öykü olarak görünse de yine sahnede olmayan erkek kahraman üzerinde yoğunlaşıyor.
Nancy (Nathalie Ribout-Zuhal Olcay) bu rolüyle ödül aldı. Ancak benim ödülüm Tilbe Saran’a. Çok başarılıydı. Yıkılmış ve boşanmış bir kadının duyduğu acıyı oyunda açıkça seyircilere hissettirdi…Dedikodu yapardık burada ama paparazzi yazısına dönüşmesin diyorum…!!!
Bu oyun tiyatro sahnesine ilk defa Türkiye’de konuyormuş. Yani biryerlerden kopya almamışızdır derken, birde baktım ki, Zuhal Olcay, Julia Roberts’in Pretty woman’daki oyununu oynuyor. Sadece ilk 5-10dk böyle birşey hissetim, belkide başındaki o kısa kesimli kızıl peruk, sakız çiğnemesi v.b. beni bu şekilde düşünmeye itti, bilemiyorum …
Efendim, oyun 16 yaşından küçüklere tavsiye edilmiyor. Bu yüzden içindeki konuşmaların ne şekilde geçtiğini tahmin edersiniz herhalde.
Sonuç, konu ilginizi çektiyse ve işiniz yoksa gidin derim. Oyun, bayanların eşleri (eski eş olsa dahi) ile ilgili gerçekleri pembe yalan olarak görmek istediklerini aktarıyor.
Monday, May 8, 2006
Zonguldak-Kara elmas
Cumartesi sabah 6:30’da İstanbuldan yola çıktık. İstikamet Zonguldak. Evden Demet arkadaşımı almak için 6:00 gibi yola çıktım, işyerine 2 dk’lık yürüme mesafesinde oturuyor, bunedenle şiddetle kendisini kıskanıyorum. Neyse normalde hafta içi 1:00 ile 1:40 dk arasında ulaştığım yere 12 dk’da ulaşınca !!! insan pek bir mutlu oluyor canım. Yine sabahın çok erken saati olmasına rağmen, trafikte hatrı sayılacak kadar çok araba vardı. Dedik ki, keşke normal günde ve yoğun zamanda da trafikte bu kadar araç olsa, çünkü o zaman İstanbulda hepbirlikte insanca yaşayabileceğimiz uygunlukta bir kalabalık olurduk. (Hafta sonu sahilde dolaşma yeri olan yerlerde insanlar piknik tüpleri ve çizgili pijamaları ile dolaşmaz, laleri koparmaz, çiçekleri ezmez, hatta yedikleri poşetleri öylece çimenlerin üzerine bırakmaz, okumak amaçlı değil de, ekmek sarmak için aldıkları gazete kağıtlarını çimenlerin üzerinde bırakıp gitmezlerdi belkide).
Evet, otobandan M.Ö.1200 yıllarına dayanan uzun bir geçmişi olan, kara elmas olarak da adlandırılan kömür ve bu kömürü ekonomimize kazandıran Zonguldak’a doğru yola çıktık. (Türkiye topraklarının %1.1’ini kaplayan bu şirin ilimizin etrafı Bolu, Karabük ve Bartın illeri ile çevreli) 10:00 gibi Eğrelieydik, şehrin merkezinde, deniz kenarındaki çay bahçelerinin birinde kaşarlı tost, simit ve çay molası verdik. 10:30 gibide Zonguldaktaydık. İstanbulda evden işe gidip gelmek gibi bir yolculuk...!!! Yol’un güzelliğini anlatmam imkansız, dağlar yemyeşil, ağaçların renkleri açık yeşilden koyu yeşile kadar dalga dalga heryeri kaplamış. Yeni filiz veren, yapraklarını yeni yeni açan ağaçların rengi ise sarı ile açık yeşil arasındaydı. Hele bir ara, sağ tarafımızda yeşil dağlar ve sol tarafımızda mavi deniz boyunca ilerledik.(buarada Zonguldak topraklarının %48’inin dağlık olduğunu öğrendim).
Demet’in annesi hasta olduğu için önce onu ziyaret ettik. Öğleden sonrada Zonguldak gezimize başladık. Yukarıda, mühendisler lokali, ve tabibler lokalinden manzarayı seyrettik , yunuslar, kayalara vuran dalgalarından arasından atlayıp bize gösteri yapıtılar. Birkaç balıkçıda, uçurumdaki yüksek kayaların üzerinde yer tutmuşlardı, oltalarını akşamüzeri yapacakları keyifli muhabet için denize atmışlardı . Bizde ince belli bardakta çayımızı içelim dedik (Çayı bize ikram ettiler). Sonra Fener’e gittik. Yine yunuslar bizi karşıladı. Oradan lima’a indik. Bu yunuslarda çok tatlı canım, heryerdeler. Limanın içine, belkide balıkları takip ederek girmişlerlerdi, bilmiyorum ama limanda da dalıp dalıp çıkıyorlardı. Sonra 2003 yılında maden şehitleri yapılmış için anıtı gördük. Yine pek bir üzüldüm, ona benzer bir anıt Washington’da vardı. Vietnam’da ölen askerler için yapılmıştı. Pırıl pırıl tertemizdi. Burada ise bazı şehitlerin plaketleri duvardan sökülmüştü. Anlam veremedim neden söktüklerine, liman kapısındaki görevliye sordum, çok politik bir şekilde “abla benim konu hakkında bilgim yok TTK’ya sorcaksınız” yanıtını verdi. Sonradan öğrendimki, plaketleri söküp, satıyorlarmış...!!!
Neyse efendim, dönüş yolunda Sapanca’ya uğradık. Klasik yerimizde çay içtik. Ev-ce’nin patlıcan salatası pek bir güzel oluyor. Almak için herzamanki yere giderken, önünden hızlı geçtiğim için ilgili yeri göremedik, sonra aynı yoldan geri dönerken ev-ce tabelasını gördük. Boğazı için Fizan’a gidenlerden olduğumuz için tabela’yı takip ettik ve nefis bahçesi olan imalathanesini keşf ettik. Yeni bir yerimiz daha oldu. Kırkpınar köyünde. Heryer tertemiz, mutfak pırıl pırıldı. Süper kelimesini kullanarak, haftaya uğrama ve kahvaltı etme sözü vererek ayrıldık oradan...
Not: Fotoğraf makinesinin pilini şarja koymadığım için resim çekemedim o yüzden resimler internet’den alınmıştır.
Friday, May 5, 2006
Hıdrellez neymiş?- Neler yapmak gerekiyormuş!!!
Hıdrellez günü, Gregoryen takvimine göre 6 Mayıs eskiden kullanılan Rumi takvim olarak da bilinen Julyen takvimine göre 23 Nisan günü olmaktadır.
Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs Günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır.
İsim olarak Hızır ve İlyas adlı peygamberlerden türetilmiştir. Ankara yöresinde hıdırellezin gözükmediğine fakat otları kamçıladığına inanılır. O yılın bereketli geçmesi umuduyla kapı söğesine para kesesi asılır. Evin avlusunda, içinde hamur olan iki kaşık kıbleye karşı konur. Bunlardan birisine bu sene kısmet var" diğerine ise "bu sene kısmet yok" diye niyet edilir. Sabaha kadar hangi kaşıktaki hamur kabarırsa onun niyetinin gerçekleşeceğine inanılır.
Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir. Bu törene İstanbul ve çevresinde “baht açma”, Denizli ve çevresinde “bahtiyar”, Yörük ve Türkmenlerde “mantıfar”, Balıkesir ve çevresinde “dağara yüzük atma”, Edirne ve çevresinde “niyet çıkarma”, Erzurum’da “mani çekme” adı verilir. Törenler baharda doğanın ve tüm canlıların uyanmasıyla eş anlamlı olarak insanların da talihlerinin açılacağı inancıyla, şanslarını denemek için yapılır. Hıdrellezden bir gece önce bahtını denemek ve kısmetlerinin açılmasını sağlamak isteyen genç kızlar yeşillik bir yerde veya bir su kenarında toplanırlar. İçinde su bulunan bir çömleğe kendilerine ait yüzük, küpe, bilezik gibi şeyler koyarak ağzını tülbentle bağladıktan sonra bir gül ağacının dibine bırakırlar. Sabah erkenden çömleğin yanına giderek sütlü kahve içip ağızlarının tadının bozulmaması için dua ederler. Ardından niyet çömleğinin açılmasına geçilir. Çömlekten içindekiler çıkarılırken bir yandan da maniler söylenir. Buna göre eşyanın sahibi hakkında yorumlar yapılır. Hıdrelleze özgü bu uygulama temelde bu şekilde yapılmakla birlikte, yörelere göre bazı farklılıklar da gösterebilmektedir. Son zamanlarda ise bu tören yalnızca evde kalmış kızların kısmetini açmak amacıyla yapılmaktadır.
Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler St.Georges Günü olarak kutlamaktadırlar.
Halk arasında kullanılan takvime göre eskiden yıl ikiye ayrılmaktadır: 6 Mayıs’tan 8 Kasım’a kadar olan süre Hızır Günleri adıyla yaz mevsimini, 8 Kasım’dan 6 Mayıs’a kadar olan süre ise Kasım Günleri adıyla kış mevsimini oluşturmaktadır. Bu yüzden 6 Mayıs Günü kış mevsiminin bitip sıcak yaz günlerinin başladığı anlamına gelir ki, bu da kutlanıp bayram yapılacak bir olaydır.
İsim olarak Hızır ve İlyas adlı peygamberlerden türetilmiştir. Ankara yöresinde hıdırellezin gözükmediğine fakat otları kamçıladığına inanılır. O yılın bereketli geçmesi umuduyla kapı söğesine para kesesi asılır. Evin avlusunda, içinde hamur olan iki kaşık kıbleye karşı konur. Bunlardan birisine bu sene kısmet var" diğerine ise "bu sene kısmet yok" diye niyet edilir. Sabaha kadar hangi kaşıktaki hamur kabarırsa onun niyetinin gerçekleşeceğine inanılır.
Hıdrellezde baht açma törenleri de oldukça yaygın olarak uygulanan geleneklerimizdendir. Bu törene İstanbul ve çevresinde “baht açma”, Denizli ve çevresinde “bahtiyar”, Yörük ve Türkmenlerde “mantıfar”, Balıkesir ve çevresinde “dağara yüzük atma”, Edirne ve çevresinde “niyet çıkarma”, Erzurum’da “mani çekme” adı verilir. Törenler baharda doğanın ve tüm canlıların uyanmasıyla eş anlamlı olarak insanların da talihlerinin açılacağı inancıyla, şanslarını denemek için yapılır. Hıdrellezden bir gece önce bahtını denemek ve kısmetlerinin açılmasını sağlamak isteyen genç kızlar yeşillik bir yerde veya bir su kenarında toplanırlar. İçinde su bulunan bir çömleğe kendilerine ait yüzük, küpe, bilezik gibi şeyler koyarak ağzını tülbentle bağladıktan sonra bir gül ağacının dibine bırakırlar. Sabah erkenden çömleğin yanına giderek sütlü kahve içip ağızlarının tadının bozulmaması için dua ederler. Ardından niyet çömleğinin açılmasına geçilir. Çömlekten içindekiler çıkarılırken bir yandan da maniler söylenir. Buna göre eşyanın sahibi hakkında yorumlar yapılır. Hıdrelleze özgü bu uygulama temelde bu şekilde yapılmakla birlikte, yörelere göre bazı farklılıklar da gösterebilmektedir. Son zamanlarda ise bu tören yalnızca evde kalmış kızların kısmetini açmak amacıyla yapılmaktadır.
Bugün Hıristiyanlarca da baharın ve doğanın uyanmasının ilk günü olarak kabul edilir; bu günü Ortodokslar Aya Yorgi, Katolikler St.Georges Günü olarak kutlamaktadırlar.
Wednesday, May 3, 2006
İtalyan Grafik Sanatı
Coca Cola Halka Arz
"Coca-Cola İçecek A.Ş., 2004 yılındaki halk arz denemesinin ardından ikinci kez 3-5 Mayıs tarihleri arasında halka arz edilmek üzere talep toplayacak. Hisse senetleri 6,00-7,50 YTL fiyat aralığı ve talep toplama yöntemiyle ortak satış şekliyle halka arz edilecek."
şeklindeki haberi duyduktan sonra bugün ilk işim halka arz talep toplama formunu doldurmak oldu. Eeee... artık zengin olursam hepinizi fotoğraf safarisine götürürüm...:-))
Monday, May 1, 2006
Silivri,Çeltik Köy- Piknik
Cumartesi günü neyazık ki çalıştım. Akşam iş çıkışı Teşvikiyedeki Milli Reasürans çarşısındaki cafe'ye gittik. Yemekleri nefisti.
Pazar günü işyerimizin düzenlediği pikniğe gittik. Yer Silivri yakınlarında Çeltik köy'de Çamlık Et Lokantası idi. Hava bulutlu ve soğuk olmasına rağmen piknik olayının tadını çıkartmaya kararlıydık. İstop, yakan top, valeybol hepsini sırasıyla oynadık. Tabiki sigara içen arkadaşlarımız iki koşmadan sonra nefesleri kesildiği için bizlere yenilmeye mahkum oldular :-))
Piknik eğlenceli başladı ama hüzünlü bitti. Daha önce iki defa kalp krizi geçiren arkadaşımız futbol oynayıp kalbini biraz daha yorunca, kalp krizi geçirdiği için hastaneye kaldırıldı. Elektro şok yapılan arkadaşımız yeniden hayata döndü,ama 15 dk içersinde 8 defa kalp krizini atlatarak.
37 yaşında ve 2 çocuk babası olmasına rağmen hala daha sigara içip, alkol kullanıyor ve hastalığını hiçe sayıyorsa söylenecek söz kalmıyor bize...
İşte 1-2 saatliğinede olsa, voleybol, istop, yakantop oynayarak tadını çıkartığımız bir haftasonuda böylece sona erdi. Bugün Pazartesi ve yeni bir haftaya merhaba diyorum, herkese güzel bir hafta dileğiyle...
About
.
Search This Blog
About Me
Translate
Popular Posts
-
Kız kulesi ve haakkındaki efsaneler: Kızkulesi'nin ulaşılmazlığı nedeniyle, insanlar onun içinde yaşanılanlar hakkında çok fazla bil...
-
Bugün, sizlere iş yerimin bulunduğu Kurtuluş semtini anlatmak istiyorum. Aralık ayının başından itibaren caddeyi gören odamınkarşısındaki ...
-
Dün biraz bahs ettmiştim... Atrium yolunda çektiğim fotoğraflardan... Bugün Zeynep'in sayfasında bahar dalı fotoğrafı gördüm...Çok güze...
-
19 Mayıs tatil olunca bizede uzun haftasonu tatili yapmak kaldı. Hemen plan yapıldı. Bozcaada da bir bağevi ayarlandı, dönüş yolunda ...
-
Istanbulda yarim santim kar yagdi herkes felegini sasirdi... Eski kayitlarima baktim 2006' 2010 yillarinda kar yagmis...Allahtan cok sey...
-
Bektaşağa göleti bir mesire yeri. Araya Sinop hapishanesini ekledim ama öncesinde Bektaşağa göletinde nefis bir kahvaltı yaptık. Göletin et...
-
Kapı, pencere çekmeyi pek seviyorum. Bozcaada da bunun için çok uygundu. Eski Rum mahallesinde kendimi pek bir kaybettim Japon turistler gib...
-
Düğün törenim tam istediğim gibiydi. Ailem, dostlarım ve arkadaşlarımla tam planladığım gibi gerçekleşti. Ahmet Altan geçen günkü bir yazısn...
-
Dünkü gezi sırasında çok değişik kuşlar gördük. Ama ibibik kuşunu görür görmez neden daha güzel bir fotoğraf makinam yok ki dedim.Yerden h...
Yasal Uyarı
Fotoğrafların korunması konusu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) m.84′de düzenlenmiştir. "Bir işareti, resim veya sesi, bunları nakle yarıyan bir alet üzerine tesbit eden veya ticari maksatlarla haklı olarak çoğaltan yahut yayan kimse, aynı işaretin, resmin veya sesin 3 üncü bir kişi tarafından aynı vasıtadan faydalanılmak suretiyle çoğaltılmasını veya yayımlanmasını menedebilir.
Fotoğrafların telif hakkı acupofcaffeine aittir. İzinsiz kullanımı durumunda her türlü yasal yola başvurulacaktır.
Blog Archive
-
▼
2006
(104)
-
▼
May
(12)
- Gerçek Öyküler: FRANÇOIS-MARIE BANIER
- Beyaz Gül
- 19 Mayıs Öğle Yemeği
- 1 hafta yokum
- Kağıt Paranın Tarihçesi - Kazanova
- Balkondaki Çiçeklerim
- Nathalie-Zuhal Olcay-Tilbe Saran
- Zonguldak-Kara elmas
- Hıdrellez neymiş?- Neler yapmak gerekiyormuş!!!
- İtalyan Grafik Sanatı
- Coca Cola Halka Arz
- Silivri,Çeltik Köy- Piknik
-
▼
May
(12)
geziyorum
Labels
- adalar (34)
- adana (1)
- akyaka (1)
- alaçatı (7)
- almanya (2)
- Amsterdam-Belçika (3)
- ankara (3)
- antakya (1)
- Antalya (10)
- assos (1)
- avusturya (9)
- ayvalık (4)
- baden baden (1)
- bafa gölü (2)
- batum (2)
- bodrum (1)
- bolu (2)
- bozcaada (3)
- bulgaristan (1)
- bursa (12)
- çatalca (7)
- çeşme (2)
- chios (4)
- Çıralı (5)
- colmar (1)
- cumalıkızık (1)
- cunda (5)
- dalyan (1)
- datça (7)
- doğu karadeniz (4)
- efes (1)
- eqisheim (1)
- fethiye (4)
- foça (3)
- Fransa (21)
- geziyorum (486)
- göcek (2)
- Gökçeada (6)
- gölyazı (2)
- greece (4)
- hiç. (1)
- iğneada (4)
- ispanya (11)
- ist (1)
- İstanbul (152)
- İstek-hikaye (2)
- italya (22)
- izmir (2)
- iznik (4)
- kapadokya (12)
- karadeniz (6)
- karagöl (1)
- kıbrıs (6)
- ku (1)
- kutlama (1)
- lavanta (1)
- likya yolu (5)
- linklerim (2)
- manyas (1)
- manyas kus cenneti (4)
- marmaris (1)
- okuyalım öğrenelim (27)
- ondan bundan birazda benden (351)
- pamukkale (1)
- polonezköy (3)
- Prag (3)
- romanya (1)
- safranbolu (3)
- sanatsal etkinliklerim (51)
- sapanca (1)
- Semtler (58)
- side (4)
- sinop (6)
- şirince (1)
- sofya (1)
- taraklı (2)
- tasarım (3)
- türkiye (181)
- uçmakdere (1)
- Ukrayna (9)
- urla (1)
- yalova (1)
- yaşam (14)
- yeme içme (1)
- yemeklerim (13)
- yunanistan (10)
sevdiklerim
mutfaktan nefis kokular geliyor
Yeni Eklenenler
Search this blog
Followers
Powered by Blogger.
Copyright (c) 2010 A CUP OF CAFFEINE. Design by WPThemes Expert
Blogger Templates, Grocery Coupons and Daily Fantasy Sports.