Monday, January 30, 2006

İstanbulda Bir Cumartesi




Cumartesi günü bir müze ve iki fotoğraf sergisi gezdim. Bu kültürel etkinliği, Galata’nın arka sokaklarında dolaşarak, gidilecek yerleri not alarak ve son olarak da Roberto Benigni'nin Kar ve Kaplan filmini seyrederek tamamladım. Öncellikle Pera Müzesinden başlamak İstiyorum. Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın katkılarıyla Pera Müzesi 2005 Haziran ayında açılmıştı. Pera Müzesi, Tepebaşında, Odakule’nin hemen arakasında yakın zamana kadar Bristol oteli olarak bilinen (yok etmediğimiz!)tarihi binalarımızdan birsidir. Bu bina, 1893 yılında mimar Achille Manoussos tarafından yapılmış. Sonrada Mimar Sinan Genim tarafından elden geçirilerek müzeye dönüştürülmüştür.
Gelelim içerideki sergilere bunlardan ilki;

İMPARATORLUKTAN PORTRELER
Müzenin 3. kattında "batılı ressamlar gözüyle Osmanlı ve Harem yaşantısını" ele alan tablolar ile "Sultanların potreleri" yer alıyor. Avrupalı ressamlar, 19. yüzyılda Avrupa’daki Romantizim akımına paralel olarak ortaya çıkan ve Oryantalizm adını alan akımla birlikte Osmanlı ile ilişkilerin yarattığı Turquerie (türk tarzı yaşam) dünyasını resimlemişler. Yine Ayrıca, "Boğaziçi Ressamları" diye adlandırılan bir grup Avrupalı ressam da, 18. yüzyıldan başlayarak iki yüzyıl boyunca İmparatorluk topraklarında resim yapmışlar. İşte bizlerde bugün bu Avrupalı ressamlara ait eserleri bu sergide görebiliyoruz.
1906 yılında
Osman Hamdi tarafından yapılan Kaplumbağ terbiyecesi
ençok dikkatimi çeken tablo oldu. Tablo'nun çok ünlü olmasından dolayı değildi bu merakım. Açıkçası, Yaşamdan dakikalarda, ............... tarafından bu tablo’nun birebir kopya edildiğini öğrenmiştim ve bu ressamın neden bu tablo’yu kopya ettiğini görmek istedim. Ben ressam olsaydım böyle bir eser yaptım diye asla ortaya çıkmazdım herhalde.
Bu tablo’da beni en çok etkileyen pencereden içeriye süzülen ışığın gücü oldu.
Diğer tablolara gelince hepsi birbirinden etkileyiciydi.
Elçilerin kabulü o zamanlar törenlerle yapılırmış. Bunuda burada gördüğüm birkaç tablo sayesinde öğrendim. Bu Türk tarzı yaşamdan (Turquerie)sadece avrupalı ressamlar etkilenmemiş, yabancı elçiler ve eşler Osmanlı kıyafetlerini giyerek potrelerini yaptırtmışlardı. Ne garip onlar bizim kıyafetlerimizden etkilenmişler bende onların kıyafetlerinden etkilendim. Atların üzerindeki suvarilerin şapkaları, eğerlerin altındaki o kumaşların üzerindeki işleri ve ince detayı izlerken gözlerim kamaştı doğrusu.
II. Mahmud’un yaptığı kıyafet devriminden sonra giydiği kostümle kendi potresini yaptırmış ve devlet dairelerine astırmış. Bu potrede çok heybetliydi doğrusu.
Gelelim burada ki bir diğer sergiye;
ANADOLU AĞIRLIK VE ÖLÇÜLERİ
"Tartı ve ölçü sistemleri, tarım ürünlerinin tartılması, arazilerin ölçülmesi ya da ticaret işlemlerinin standartlaştırılması amacıyla önce Mısır ve Babil'de geliştirilmiş." İlk terazi İ.Ö. 3500'lerde Mısırlılar tarafından kullanılmış.
Serginin bu bölümünde eski Yunan ve Roma dönemlerinde de kullanılan terazi, kantar, ölçek ve cetvel gibi aygıtları ve ağırlıkları görebiliyorsunuz.
Özellikle Eczacılıkta kullanılan ağırlık ölçülerine hayran oldum.Kaşık şeklindeki ölçütler boy boydu. Toplu iğne başı büyüklüğünde olan kaşığın hangi ilaçın ölçülmesinde kullanıldığını merak etmiyor değilim doğrusu.
Sarrafların kullandığı küçük cep terazileride ayrı bir güzelliktiydi. Üzerlerindeki küçük işlemleri ve detayları anlatacak kelime bulamıyorum.
Ahşap bir terzai vardı ki şekli itibariyle beni büyüledi. Neyse bunlara bakınca eskiden sokaklarımızda gezen yoğurtçılarımız geldi aklıma… “yoğurtiçi geldi hannnnııııııııııımmm” diye bağırırlar bir yandan da ellerindeki zili çalarlardı. Anneannem "camdan yoğurtçuya seslende bize yoğurt getirsin" derdi. Yoğurtçu gelir, tepsisinden elindeki spatulayla yoğurdu keser ve terazisinde ölçükten sonra yoğurdumuzu verirdi. Bizde akşam üzeri beş çayında böreğin yanında bir güzel bu yoğurtan yapılmış ayranı içerdik.
Gördüğüm, ağırlıkların, kantarların, kurşun sikkelerin, dirhemlerin herbirinin üzerinde ayrı ayrı işler vardı. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini merak ediyorsanız bu sergiyi kaçırmayın derim.


Pera Müzesinden çıktıktan sonra İstiklal Caddesinde Yapı Kredi’yi biraz geçince
Küçükçekmece Beledeiye’sine ait fotoğraf sergisini gördüm. Sergide belediyenin 2006 yılı takvimi için açtığı fotoraf yarışmasında ödül almış fotoğraflar yer alıyordu.
İkinci gezdiğim sergi RECEP DÖNMEZ'e ait sualtı fotoğraf sergisiydi.Bu sergiyide vaktiniz olursa gezin derim. Nefis sualtı fotoğrafları vardı. Ben en çok denizatlarını beğendim.
Neyse gelelim Galatadaki gezimize.

DOĞAN APARTMANI
İstanbul'un en güzel manzarasına sahip yapılarından biri Doğan Apartmanı 20 yüzyıl başlarında yapılmış birçok ünlüye ev sahipliği yapmış muhteşem bir yapı. Kamondo iş hanı ile bitişik ve kuledibi Serdarı Ekrem caddesinde bulunuyor. Şarkıcı Teoman'ın da küçüklüğü burada geçmiş kamondo Hanı'nın en üst katında ise bir zamanlar Abidin Dino'nun resim atölyesi varmış.

Geniş bir avlusu olan bu apartmanın sokak girişindeki ilk kapısından ayağımı atar atmaz kendimi, Avrupa’da hayran olduğum o binalardan birisine girmiş gibi hissettim. Tabiki dairelerin birinden muhteşem boğaz manzarasını göremediğim için olsa gerek! En azından artık ev arama derdinden kurtuldum! Kazancım bir gün dollar veya euro bazında olursa artık nerede oturacağımı biliyorum…
Son olarak da gelelim,




KAR ve KAPLAN filmine Roberto Benigniyi
ben çok seviyorum. Kendisi için çok abartılı, filimlerde hoplayıp zıplıyor densede ben tüm bu söylentilere kulak kapatıyorum. Çünkü hareketleri, acıyı, korkuyu, üzüntüyü ve sevinci youmlaması hepsi kişiliğinin bir parçası. Onun kadar duygularını çoşkuyla dile getirebilen insan sayısı bence çok azdır. Vita e bella, La’da bir çocuğun savaştan korkmaması için gösterdiği çabayı unutamıyorum doğrusu.
Bu filiminde de savaş sırasında aşkı ve sevdiği kadını kurtarmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Bence savaşın tüm kötü yönlerini aktarmak yerine sadece savaş sırasında insanların ilaç bulamadıkları zamanki çaresizliğini anlatmış.
Film hem ağlattı hem güldürdü beni. Hele bir sahne vardı ki, Bağdat’ın 50 km dışında İtalyan Kızılhaçından ilaç bulması, üzerine, motosikletine bunları yüklemesi ve tam Bağdat’a girerken Amerikan askerleri tarafından durduldması ve bu sahnede geçen konuşmalar. Neyse filmi anlatmayayım, gerisini merak ediyorsanız ve Roberto Benigninin tarzını seviyorsanız eğer gidin izleyin derim.

Friday, January 27, 2006

Uğur Mumcu Anısına

Uğur Mumcu 24 Ocak 1993 yılında bir bombalı saldırı sonucu öldürülmüştü. Ölümünden sonra gazetelerde dergilerde birçok yazılar yazıldı, özgür, aydın düşünce üzerine yorumlar yapıldı. İlk şokla yaşanan bu duygu aktarımları zamanla sakinleşti ve duruldu, bu haftada da Uğur Mumcu’yu anma haftası olduğu için yeniden bu düşünceler yazılıp çizilmeye başlandı. Bir sonraki yıl ve bir sonraki Ocak ayının üçücü haftasına kadar ara verilmek üzere…Ben kaybettiğimiz büyük değerlerin yerini dolduramadığımızı düşünüyorum. Geçmişte insanların daha inançlı olduklarını ve ellerinde var olan imkanlara (varlıklara) daha çok değer verdiklerine inanıyorum. Nedeni belkide yaşanan savaşlar ağır yaşam mücadeleri, insanların azlığı ve aile içinde birlikte yaşamanın getirdiği bütünlük olgusuydu, bilmiyorum ama kendimden biraz pay biçiyorum, bugün yaşadığım çevre, etrafımdaki insanlar, teknoloji, sahip olduğum imkanlar günden güne beni daha da bencil bir insan olmaya itiyor. Çünkü kazanmak için sarfettiğim çaba yüzünden elimdeki değerlere sahip çıkamıyorum. Sanıyorum ben kendimi mutluluğun 4. ve 5. aşamalarına gelebilmek için çok zorluyorum. İlk aşaması karınımızı doyurmak mış, 2. aşaması barınak içinde olmak mış, 3. aşaması sevmekmiş, 4. aşaması başarılı olmakmış ve son aşaması da başarılı olduğun işi sevmekmiş.
Neyse Uğur Mumcuya dönelim. Dün yaşamdan dakikaları seyrediyordum, Sunay Akın ve Hıncal Uluçtan öğrendiğim bir kaç bilgiyi sizinle paylaşmak istiyorum. Uğur Mumcu’nuın kardeşlerinin ismi Beyhan ve Ceyhanmış, aileside üçüncü çoçuklarının ismini uyak yapmamak için Uğur koymuşlar. Evlendiğinde kira kontratında herhangi bir saldırıya uğrundığında evin zarar görmesi durumunda uğranan zarar kiracıya aittir ibaresi konmuş. Sürekli tehdit altında yaşam sürdürmek nasıl bir duyguydu acaba? Son olarak da, Hıncal Uluç ozamanlar Cumhuriyete yazı yazıyormuş ve hafta da iki gün gazeteye gidiyormuş. Gazeteden telefonla kendisini arayan olunca diğerleri burda çalışmıyor derken, sadece Uğur Mumcu, Hıncal bey Salı ve Perşembe günleri olmak üzere haftada iki kere gazeteye gelir ve kendisi yankı dergisinde? yazmaktadır bilgisini veriyormuş. Bukadar da ince bir insanmış. Neyse bende kendisini yazdığı bir şiirle anmak istiyorum…

Sesleniş
Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık.
Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi.
Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken
bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı.
Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini
yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya.
Ecelsiz öldürüldük.
Dövüldük, vurulduk, asıldık.
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...
Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı.
İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez.
İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren
birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık.
Yazlık kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu.
Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı.
Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma.
Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
Fidan gibi genç kızlardık.
Hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı gözbebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin acımasız ellerine terk edildik.
Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla.
Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi,
taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi.
Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...
Ölümcül hastaydık.
Bağırsaklarımız düğümlenmişti.
Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin
elinde öldürüldük acınmaksızın.
Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha.
Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk.
Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...
..........
..........

Wednesday, January 25, 2006

Karlı İstanbul

Dün akşam TV'de haberleri seyrediyordum, her kanalda kar yağışı, trafik ve yol durumu vardı. Spikerler büyük bir gururla İstanbul belediyesi'nin ve İstanbulluların nasıl başarılı şekilde bu "Beyaz Savaş'la" mücadele ettiklerini anlatıyorlardı. Bir İstanbullu olarak bendenizde durumdan kendime pay çıkartmıyor değildim hani.Zira üç gündür otomobilimle trafiğe çıkmayarak üzerime düşen görevi yerine getiriyorum.
Vücüdum, Doğu Avrupa'da yaşadığım soğuğa alışık ama saatte 80 km esen poyraz rüzğarına değil!!! Öyle bir rüzğarki mantonuzdan içeriye giriyor, vücud derinizden geçerek kemiklerinize kadar ilerliyor ve onlara çarpmasıyla dişlerinizde ve beyninizde takırtı dalgaları oluşturuyor. Bilmem anlatabiliyormuyum...
Ben baharları severim. İlkbahar'daki canlılığı ve sonbahar'daki hüznü seviyorum. Kış beni ürkütüyor herzaman. Neyse efendim herkese bol güneşli günler dilerim. Bir kar şarkısı söyleyip de öyle gideyim bari...
Karda zordur yürümek
Anladım gelmeyecek
Dünya oldu bana dar
Neden yağdın söyle kar

Dünya oldu bana dar
Neden yağdın söyle kar...?

Laaay la lay la lay la lay
Laaay la lay la lay la lay
Laaay la lay la lay la lay

Monday, January 23, 2006

Budapeşte

Viyana’dan 3-4 saatlik otobüs yolculuğunun ardından Budapeşte’ye vardık. Neyazık ki, sınırı geçerken Macar güvenlik görevlilerinin sempatik ve güleryüzlü tutumları ile karşılaşmadık Zaten sizi kenara çekiyorlar, otobüsden indirmiyorlar ve bir güvenlik görevlisi gelip tak tak pasaportunuzu damgalıyor, suratınıza bakmadığı gibi, konuşmanıza bile izin vermiyor. Neyse sınırı geçince ihtiyaç molası için durduk. Bu arada yeni bir şey daha öğrendim, Macersistan’da tuvaletler paralıymış. Sınırdaki hariç, girdiğim tüm tuvaletler tertimizdi, metrolardaki de buna dahildir. (Su çekme ve kullandığın yeri temiz bırakma kültürünün neden bizlerde de olmadığını anlamış değilim!) Neyse Budapeşte, Buda ve Peşte olmak üzere iki bölümden oluşuyor. Buda bölümü eski şehrin bulunduğu bölge, Peşte ise yeni şehrin. Hoş yeni dediğime bakmayın, buradaki binaların en genci bile nerdeyse 200 yaşındaydı. Diyorlar ki II. Dünya Savaşında bizi o kadar çok bombalamasalardı bugün daha çok görecek eserimiz olurdu. “Hmmmmm” diyebildim sadece!!! Çünkü yolda yeni bir şey görmek için epey çaba sarf ediyordum. Şehre Buda bölümünden girdik, şehrin girişi çok kötüydü ama itiraf etmeliyim ki şehri görünce tüm bu kötü düşüncelerimi geri aldım. Bu arada şehrin en güzel bölümü Buda trafı... Buda bölümünde Kale var ve Citadel denilen yüksek bir tepevar...Oradan Tuna’yı ve nehirde gezen tekneleri seyredebiliyorsunuz. Peşte’de oteller karesi diye bir bölge var. Hatta for season square diye de söyleniyor. Önemli 4 otel burada yer alıyor. Savoy, For Season ve diğerleri... (güzel bir kare hem oradan zincirli köprüden kaleyede geçebilirsiniz).
Peşte’de bir de Parlamento Square’i olarak bilinen bir alan var. Dünaya’da 3 tane parlamento binası bulunan tek şehir burası sanıyorum. Proje ihalesi açmışlar, üç projeyi de çok beğenmişler ve üçünün de yapılmasına izin vermişler, bugün bir tanesi tarım bakanlığı olarak kullanıyor (1956 yılında ki Sovyet ayaklanmasında halkı burada kurşuna dizmişler, ibreti alem olsun diye kurşun deliklerini kapatmamışlar ve hatta bugün o günleri hatırlatsın ve bu delikler daha çok gözüksün diye kahferengi demir tokmaklar takmışlar), diğeride devlet ile ilgili bir işte, en görkemlisi de kendi asli görevini yerine getiriyor ve Parlamento binası olarak kullanılıyor. Bu binanın bir kısmını bugün gezebiliyorsunuz.
Budapeştede sokaklar çok geniş ve uzun tıpkı Madrid ‘teki gibiiki ışıkta geçebiliyorsunuz.
Metrosu çok kullanışlı.1 no’lu metrosu (sarı renk) görülmeye değer. Ahşap kaplamalı ve hemen yerin bir basamak altında. Hatta burada Budapeşte Metrosu’nun tarihi hakkında da dilerseniz bilgi edinebilirsiniz.

Parlamento Binası:
Yapımına 1885 yılında başlanmış ve 1904 yılında tamamlanmış. 18000 metrekare üzerine kurulmuş heybetli bir yapı. Macersitanın en pahalı binasıymış. İçindeki altın döşemelerin ağırlığından olsa gerek! Bu kadar da olmaz canım detircesine her yer altın kaplı! Üç bölümü gezmemize izin veriyorlar, ana merdivenler girişinden sonra, “ Kubbe salonu (dome hall) ” , “Taç giyme törenin de takılan mücevherat (the Coronation Jewels)”, ve “ Parlamento görüşmelerinin yapıldığı odanın aynısı olan fakat yüksek bölümde ve isteyen kişilere kiralanan oda (the Deputy Council Chamber or the former session room of the Upper House)”. Buradaki, kırmızı halı kaplı merdivenlerden çıkmak bile kendimi kraliçe gibi hisstmeme yeti doğrusu. Burada imparatorun tacı bulunuyor. Tac’ın tepeindeki hac’ın neden yamuk durduğunu ise kimse bilmiyor. Dolayısyla bende bilmiyorum!!! Macarlar eskiden budistlermiş. …………… hiristiyanlığı getirmiş. Neyse Macaristana faydası dokunan tüm kişiliklerin heykelleri bu bölümde ve duvarda yer alıyorlar ve hepsi de tac’a bakıyorlar sadece bir tanesi dışında, onuda hanımsı buldukları için suratını çevirmişler sanıyorum! Hasburg imparatorluğundan 3 kişininde heykeli var burada ve neden var, inanın Macarlarda bilmiyor. Unutmadan, Maria Terresada burada. Neyse gelelim bugün kiralık olan parlamento toplantı odasına, 4 düğmeli elektirikli sandalyeleri var, “evet”, “hayır”, “kararsızım”, “cevabım yok”. Nasıl ama. Bu binanın havalandırma sistemini anlatıcağım çünkü gittiğim her yerde anlattılar. Önemli olsa gerek! Eskiden tonlarca buzu dışarıya koyuyorlamış , pervaneyi çalıştırıyorlarmış ve havayı içeri veriyorlarmış. Temiz hava şeklinde. Yaaaaaaaaaa… Buz fabrikası iflas edince!!! Onlarda elektrikli olan soğutmayı tercih etmişler!!!
Burası, Ankara’nın ceylan derisinden koltukları olan parlamento binasından çok farklı! Bir kere sarı ve her yer altın. Aman bizimkiler duymasın! Şimdi burada birde siyasi sistemi anlatıp da canınızı sıkmak istemiyorum en iyi ben eski siyasetçilerin “dinleme bölümünü” anlatayım. Eskiden bu kişilikler puro içiyorlarmış, camın önünde uzun küllükler var böyle bir kaç puro dizebileceğiniz türden, üzerinde de numaralar yazıyor. Nedeni, Puroların karışmaması içinmiş efendim. Yani 24 numaralı puroya sahipseniz ve bitmek üzere ise hemen yandakine sulanamıyorsunuz!!! Düşünmüşler diyeyim ne diyeyim!!! 629 odası olan, bir sürü çıkış noktası olan ve 500.000 kitap barındıran birde kütüphanesi var. Kuaför, yemekhaneyide dahil edelim bari bunların içine. Asıl buradan çıktıktıktan sonra arkanızı bu binaya verin, yönünüzü Tuna’ya çevirin ve yürüyün nedeni ni yürüyünce anlayacaksınız. Ama yinede ben sizi merakta bırakmayım, sizde okumaya devam edin bakalım…

Peşte’de Tuna kenarı:
Arkamızda parlamento binasını bıraktık ve zincirli köprüye doğru Tuna boyunca yürümeye başladık. Demirden yapılmış eski ayakkabı heykelleri karşısında birden bire durup kaldık. Tüyleri ürperten bir görüntüdüydü. Yahudileri oraya dizmişler ve ayakkabılarını çıkarttırarak kurşuna dizmişler, bugünde onların anısına bu demirden yapılmış ayakkabı heykelleri var.

Friday, January 20, 2006

Salzburg



Salzburg yolculuğumuza Viyana Westbanhof’dan başladık. 2 saat 50 dk.’lık konforlu tren yolculuğundan sonra festivaller şehri Salzburg'a vardık. (Dilerseniz bu yolculuğu araba ile de yapabilirsiniz hem ozaman göller bölgesinide görmüş olursunuz.)
Salzburg ismini, şehrin içinden geçen Salzach nehrinden alıyormuş. Su her canlıya hayat verdiği gibi her şehre de ayrı bir güzellik katıyor, siz nedersiniz? Örneğin, Prag, Budapeşte, Floransa, Venedik, Sanfrancisco, İstanbul ve diğerleri....
Dağlarla çevrili bu güzel şehri sanıyorum doğanın yemyeşil olduğu ve toprağın çiçeklerle süslendiği bahar aylarında görmek lazım...Ayrıca, Nisan ayından itibaren festivaller başlıyormuş bilginiz olsun... Salzburg’un ünlü “Getreidegasse” ve “Steingasse” sokaklarında yürümek çok keyifliydi. Helede benim gibi arnavut kaldırımlarını seviyorsanız, veya her minik pasajın içindeki sanat galerisi veya çeşmeyi görmek için dalıp sonrasında da büyük bir keyifle karşılaştığınız görüntüyü seyrediyorsanız bu şehir tam size göre.
Yorulduktan sonra “Hagenauer Square” de bir cafe melange arası verebilirsiniz. Baharda tüm bu yerler masalarını dışarı çıkardıkları için sokak keyfi tabiki bambaşka oluyordur herhalde...


Şehrin en güzel panoromik görüntüsünü tepedeki kaleden seyredebilirsiniz. Arakadaşımın anlattığı hikayeye göre St. Peter Cemetery’inin (mezarlığının) bulunduğu yere yakın bir yerde bir kulübe varmış ve eskiden şehrin celadı burada yaşarmış ve kimse tarafından da pek sevilmezmiş. Ne zaman bir idam kararı verilse kaleye bayrak çekilirmiş, ozaman bizim celad kendisine görev verildiğini anlar kaleye çıkar ve görevini yerine getirirmiş. Zaman hiçbir şeyi değiştirmiyor sanki, eskiden görevleri yüzünden sevilmeyen insanlar varmış, bugünde görevlerini sevmeyen insanlar var!!! Kısacası ortada görev ve sevgisizlik durumu var bunuda görev eşittir sevgisizlik diye tanımlayabilirim kendi adıma.!!!
Kale’den sonra, Salzburg’a gelip de Mozartın doğduğu ve yaşadığı evi görmeden dönmek olmaz dedik. Bugün Mozart vakfı tarafından müze haline dönüştürülen evde, Mozarta ait pianoları ve el yazması mektupları görebiliyorsunuz. Benim en çok ilgimi çeken babası ile karşılıklı mektup dialogları sonucunda yapılan üç tane dart ve Mozart’ın çocukluğunda kullandığı piyanosuydu.
Birde bu müzeyi gezerken bize verilen info kullaklıktan Mozart’ın eserlerini dinlemek çok hoşuma gitti doğrusu (bunuda atlamayayım dedimJ) Bu şehirden ayrılma vakti geldiğinde şunu söyledim... “bir bahar mevsiminde görüşmek üzere...”
Sıra geldi Maceristan- Budapeşteye....!!!

Thursday, January 19, 2006

Wiener Staatsoper – Vienna Opera House


Opera binasının içine girince etkilenmemek mümkün değildi. Sahne önündeki alanı saymazsak eğer kenarlardan 5 kat şeklinde yükselen, bordo renginin ve altının hakim olduğu sade ama çok ihtişamlı bir yer hayal edin. Bu katlarda sahnenin hemen iki kenarında bulunan alanlarda localar var. Tam ortada ki bölümde de imparatorun seyretmesi için bir loca var.
(Macarların da opera binası en az Viyanda Devlet Opera binası kadar güzel hatta daha ihtişamlı ama İmparator parasını ödediği için demiş ki Viyana Devlet Operasından daha ufak olacak. Neyse Macarlar kendi opera binalarına çok sahip çıkıyorlar ve imparatorun otrduğu alana bugün temizleyici değilseniz veya 3 devlet büyüğünden izniniz yoksa oturamıyorsunuz!!!)
Staatsopera da sahneyi gören en iyi yer tabiki eskiden imparatorun oturduğu loca imiş. Şimdilerde biraz daha fazla para ödeyerek burada oturmanız mümkün olabiliyor. Eğer bir gün yolunuz buraya düşerde ve Mozartın eserlerinden birisini dinlemek isterseniz, size tavsiyem hangi katta olduğuna bakmadan orta bölümünden yer almanız, kenar bölümlerde sahneyi görme zorluğunuz var. Şunuda belirtmeden edemeyeceğim; Opera binasında ki aralarda ŞAMPANYA İÇİLİYOR VE HAVYAR YENİLİYOR. Altın yaldızlı vazolardaki kırmızı güller eşliğinde!!! Bilmem anlatabiliyormuyum...

Birde bazı önemli galalarda erkeklerin smokin ve bayanlarında tuvalet giyme zorunluluğu var benden hatırlatması.


Birazda teknik bilgi vereyim, Viyana Devlet Operasının yapımına 1861 yılında başlanmış ve 1869 yılında tamamlanmış. 2276 kişilik kapasitesi varmış. Sahneside Avrupa daki en büyük sahnelerden biriymiş. Ring Bulvarına doğru bakan açık galeri, Opera Binasının halka açık olduğunu vurgulamak için yapılmış. Bu alanda Moritz von Schwind tarafından yapılmış bir çok süsleme var. Mozartın “magic flute” tüde buna dahil tabiki. İçeride ve dışarıda da festivalleri simgileyen sayısız heykeller (ünlü tüm bestecilerinin heykelleride dahil olmak üzere) ve resimler var. Bu arada ilk opera 16 yüzyılda İtalyada yazılmış.

Bir diğer önemli olayda İspanyol atlarının gösteri yaptığı yer. Bu enstitü 1572 yılında kurulmuş. Dünayda ki en eski at eğitim merkeziymiş. İsmini İspanyol atlarından alıyor. Lipizzanerler dünayadaki en eski yarış atı ırkıymış. Bu atlar eskiden Slovenyada Lipizer denilen bir yerde eğitiliyorlarmış. Şimdilerde Grazın yakınlarında bulunan Piper diye bir yerde yetiştiriliyorlar. Büyüdükleri zaman Viyanaya getirliyolar ve gösteriye hazırlanıyorlar.
Bu atlar ilk doğdukların da siyahlarmış, büyüdüklerinde beyaz oluyorlarmış deniyor, inanmayın bence çünkü İmparator gösteri yapan tüm atların beyaz renk olmasını arzu etmiş ve yavaş yavaş renkleri dönüştürülmüş. Hoş bugün ahırda atların bulunduğu yerde mutlaka 3 tane koyu renkli atın olması gerekiyormuş aksi halde uğursuzluk olurmuş. Neden acaba!!!

En çok ilgimi çeken bir iki şeyden bahs edeceğim sadece, bir tanesi atların isimleri. Her atın kendi alanı var ve üzerinde de ismlerinin yazılı olduğu bir tabela. Burada iki ismi ve yaşı yazıyor. İlk isim kullanıcıları tarafndan veriliyor. Komik isimler bunlar, ikinci isimde atın annesinin ismi. Babasının adı verilmiyor. Çünkü gösteri yapan tüm atların erkek olma zorunlulukları var. Dolayısıyla babalarının isimleri çok kullanıldığı için sıkıcı olmaya başlıyormuş o yüzden bunun yerine annelerinin ismi veriliyormuş. (“çorbada tuzunuz olsun” misali ödüllendirmek amaçlı olsa gerek!!!) Ha bu arada bir de yıldız at var. Kendileri 27 yıldır gösteri dünyasındaymış. Bir de hareketleri çok iyi yaptığı için onun bulunduğu alan diğer atlara göre daha büyük. Ve VIP bakım alıyor zati muhteremleri.!!! İsmini birkaç dafa sormama rağmen hatılamıyorum. Ama yelelerinde ki örgüleri unutmam mümkün değil...!!!
Yarın Festivallerin şehri Salzburg var sırada...!!!

Wednesday, January 18, 2006

Stephansdom – St.Stephen’s Cathedral


Viyana da kaybolmak mümkün değil.Yönünüzü hatırlamıyorsanız eğer,haritada bulmak için çok çaba sarf etmeyin bence. Çünkü, bulunduğunuz noktadan uzağa baktığınız zaman Stephansdom’u (St.Stephen’s Cathedral) görmemeniz mümkün değil . 12 yüzyılda inşa edilmiş olan bu cathedral günümüze kadar birçok yangınlar ve affetler atlatmış ama bugün yıkılmadım ayaktayım der gibi kendisini heryerden gösteriyor. Adamlar düşünmüşler ve demişler ki, yüzyıllar boyunca avrupanın en yüksek binası olarak hüküm süren Stephen Cathedralinin kulesi bugünde Viyanın en yüksek noktası olmalı ve o yüzdende merkezde buradan daha yüksek bina yapılmasına izin vermemişler. Avrupa da en çok buna özeniyorum zaten. Biryelerin tamamı ülkesine sahip çıkıyor, yöneticileri tarihi korumak için çaba sarf ediyor, ilgili hikayeleri kulaktan kulağa aktarıyorlar ki tarihleri unutlmasın. Türkiyem de aynı durumun olması dileğiyle... Hoş koruyacak pek fazla birşeyimiz kalmadı ya neyse…
Stephansdom hakkında birkaç hikaye var. Bir inanışa göre tatmin olmayan müşteriler ekmeklerinin uzunluğunu hemen kapının sol tarafında bulunan duvarda ölçüyorlarmış. Diğer bir inanışda, Türklerin saldırılarına para ayırmak için gotik olan bölümü tamamlamadıkları ile ilgili. En alt katta mezarlar var, Savoy prensininkide burada bulunuyor. Size tavsiyem kulesine çıkın. İçerde asansör var dediler (ben görmedim)ama biz tırmanmayı tercih ettik ve tam tamına 343 basamak çıktık.

Basamakların sonunda gördüğümüz manzara tüm yorgunluğa değerdi doğrusu. Ayrıca tırmanırken parçalanan çanıda görebiliyorsunuz. Bu arada yeni yıl akşamı 12:00 gongu buradan çalınıyormuş bilginize…
Viyananın, kalbinin bu noktada attığını söyleyebilirim. Her şeyin başlangıç noktası burası. Müzik, eğlence, bar, restaurant, alışveriş… Bu merkezden bir cadde yürüyorsunuz operadasınız, bir cadde yürüyorsunuz tiyatrodasınız veya diğer bir caddesinin sonunda İspanyol atlarının gösterilerini izliyebiliyorsunuz.
Bu gezinin bir ay öncesinden opera biletimi internetden almıştım. Çünkü doğum günümde opera dinlemek istiyordum. O yüzden operya doğru yürüdük ve biletlerimizi elimize aldık. Ben olayın büyüsüne iyicene kapılmaya başlamıştım bile. Neyse gün bitti.
Ertesi gün turistik gezimizi yaptık. Sırada İspanyol Atları ve ünlü Vienna operası var…

Tuesday, January 17, 2006

Hundertwasserhaus-09.01.2006


Yandaki binanın planı Üniversite prof. Mimar Prof.Dr.Krawina ve Maler F. HunderWasser'e ait. Hunder Wasser, Almanyalı ünlü bir ressam. Şu anda 74 yaşında olan bu ressam bence çok renkli bir kişilik. Diğer yapıtlarına bakınca bundan kesinlikle emin oldum. Binaların yapımına 1980 yılında başlanmış ve 1986 yılında tamamlanmış. Bu binaların yapımı için toplam 6 milyon Euro harcanmış. Şu anda da metrekare hesabı ile kiralanıyorlar. Zeminleri düz değil kıvrımlı.
Bu ressamın tarzı bana Barcelonadaki Gaudi'nin yapıtlarını hatırlattı biraz. Casa Mila (la Pedrera) veya Manzana de la Discordia bakınca ikisininde Hunderwasserhaudaki gibi o bükümlü, eğlenceli ve renkli hareketliliği görebiliyorsunuz. Eğer yolunuz düşerde bu renkli Almanın yapıtını görmeye giderseniz, mutlaka karşısındaki pasaja girin derim. Pasaj da en az bu binalar kadar renkli ve bu pasajın tam ortasında açık bir bar var. Bu barın taş taburelerine oturarak bir cafe melange içmenizi öneririm. Sütlü kremalı bir kahfe. Çok keskin olmadığı için kahfe aşıkları pek sevmeyebilir.
Buradan ayrıldıktan sonraki durağımız Belvedere Sarayı oldu. Ünlü mümar J.L von Hildebrandt tarafından Savoy Prensi Eugene için baroque tarzında yapılmış bir saray. Aşağı ve yukarı Belvedere olarak iki binadan oluşuyor. Yukarı bölümünde bulunan Avusturya galerisini gezmeniz mümkün. Bizim gittiğimiz zaman inşaat vardı buyüzden ne yazıkki gezemedik. İki binanın arasındaki alana baharda 4000 farklı çiçek ekiyorlarmış. O yüzden baharda gitmekte fayda var. Tabiki bazı insanlar!!! burada bulan bayan heykellerin göğüslerini tutarak poz verdi... İlginiz varsa benden söylemesi.
Madem bahçeyi ve çiçekleri gösteremiyorum, bende size yukarı bölümünün arkasında bulunan havuzu göstereceğim.Hava o kadar soğuktuki, martılar havuzun üzerinde buz pateni yapıyorlardı. Devam edecek...!!

Schönbrunn-09,01,2006


Belvedere Sarayında martıları buz pateni yaparken bıraktık ve Schönbrunn Sarayına doğru yol aldık. Sarayı görünce çok etkilenmedim. Ama bahçesi kış olmasına rağmen çok etkileyiciydi. Paris deki Versailles’ın bahçesini aratmıyordu. En az onun kadar büyüktü. Mevsimlerden bahar olsaydı karşılaştırmayı daha iyi yapabilirdim ama ne yazık ki toprak karların altındaydı ve ağaçlar da yazlıklarını giymemişti. Versailles’ın bahçesi için dünyada insan elliyle yaratılan ilk harika diyorlar!!! Doğrumudur bilmiyorum ama gerçekten uçsuz bucaksız bir bahçe ve her şey milim milim aynı ölçüde sıralanıyordu. Ağaçların kesiminden tutunda karelerdeki çiçeklerin sayısına kadar. Bahçenin ortasına yürümem tam bir saat sürmüştü. Schönbrunn’un bahçeside UNESCO’nun listesine 1996 yılında alınmış.
Sarayın içini gezmedik.Sabahın beşinden beri yolculuk yaptığımız için karnımız çok açtı ve bir an önce Avusturyalıların ünlü şinitzelini tatmak istiyorduk.
Bu amacımızada nihayet öğleden sonra dört gibi ulaşabildik. Viyana’ya gidip de Figlmüller’e uğramadan ve şinitzel yemeden gezinizi tamamlamış olmuyormuşsunuz. Bizde klasik olarak hemen kendimize bir şinitzel ısmarladık.
1905 yılından beri hizmet veriyorlamış. Minik bir pasajın içinde.İki bölmeden oluşuyor gibi, dışarıda sokağın içinde olan bölümün üstünü kış olduğu için kapatmışlardı. Biz burada oturmayı tercih ettik. Hem böylece sokakdan gelen geçen insanlarla daha samimi olabiliyorsunuz!!! İçerisinin de dekarasyonu fena değildi. Ahşap sıralar ve üzerinde menü’nün yazılı olduğu bir tahta vardı. Tabiki yoğun bir cigar ve bira kokusuda...
Şinitzel’in tabakdan taştığını söylemeden edemeyeceğim. Yanında dilerseniz patates püresi veya salata söyleyebiliyorunuz. House wine’larını tavsiye ederim. Zira aromatik tadıyla nefis gidiyor şinitzel’in yanında.
Devam edecek... Günün bitmesine az kaldı...!!!

Monday, January 16, 2006

VİYANA- 09-14/2005


Avrupa'nın kütüphanesi ve en yaşlı başkenti olarak bilinen Viyanayı mavi gökyüzü ve sıfırın altında 7 derecede gezdik! Şehrin iki sokağındaki tarihi eserler İstanbul daki tüm tarihi eserlerin iki katından daha fazlaymış.
İspanyol Atları, Sisi müzesi, Mozartın 250 yıl (doğum günü) etkinlikleri, operada doğum günü kutlaması ve dahası...

Thursday, January 5, 2006

Günün Sözü- 05 Ocak 2006

"İnsanlarla yaşamak için biricik yol sabırdır.",Platen Hallermund
Bu sözü görünce dayanamadım...Ne güzel söylemiş Sn.Hallermund değil mi?... Eeee... "Sabrın sonu selamettir" dediklerine göre, ve TDK'ya göre Selamet;"Her türlü korku, tasa ve tehlikeden uzak, güvende olma durumu" olduğuna göre, İnsanlarla yaşamanın sonu, tasa ve tehlikeden uzak, güvende olma durumunu doğruyor...!!!! :-)) ayyyy..... vallahi bugünkü sentezlerime ben bile inanamıyorum...!!! Bugün, Serra arkadaşımın dediği gibi halkımla çok haşır neşir oldum sanırım...!!! :-))

Wednesday, January 4, 2006

Pera-Beyoğlu (Bölüm-2)

Yıldız arakadaşım (benim sadık okuyucum), “kardeşim,maymun iştahlılıktan vazgeç ve şu Beyoğlu hikayene geri dön, anladık yeni yıl postunu, yeni yılın ilk günüydü kabul ettik ama yazı dizine geri dön Beyoğlunu merak ediyoruz olmuyor böyle...” dedi.
eee...Hal böyle olunca bende yazı dizime devam edeyim dedim.

Tepebaşın daki eski Tüyap, şimdiki TRT binası
Şimdilerde Tepebaşı’nın o eski tarihi dokusuyla hiç mi hiç uyuşmayan, çok sevdiğim Pera Palas Oteli’nin ve İtalyan Konsolosluğu’nun tam karşısındaki herbir demiri kırmızı, mavi, yeşil gibi farklı renklerde boyalı korkunç görünümlü ve zevksizlik abidesi TRT binasının bulunduğu alanın eskiden Dar-ül Bedai'nin ,Fransız Tiyatrosu’nun ve Açıkhava Amfitiatrı’sının bulunduğu bir kültür kompleksi olduğunu biliyormuydunuz. Şimdilerde hiç bir eser kalmayan, eski zamanda gece hayatında büyük bir iz bırakan Gardenbar’da ilk olarak burada açılmış. Tabi zamanla-sanki daha iyisini yapabilecek estetik düşünceye sahipmişiz gibi- herşeyi yıkmışız. Korumak, TDK’ya göre; “Bir şeyin eskimesini, yıpranmasını önlemek için gereken dikkat ve özeni göstermek.” demekmiş. Evet sanıyorum dikkat ve özen göstermek “korumak” tarihimizi diğer nesillere taşımak için yapabileceğimiz en başarılı hareket olacaktır. Hem böylelikle, medeniyetin bize armağan ettiği!!! gri ve ruhsuz beton yapıları görmek yerine, her bir pervazında, kapı kolunda, balkon demirinde estetiği ve ruhu olan kişilikli binaları görür ve onları kaybetmemiş oluruz..

Aslı Han Krepen'di

Balık pazarının hemen solundaki girişte yer alan eskiden manifaturacıların bulunduğu şimdilerde ise Turistlerimize hediyelik eşya k......!!! Avrupa Pasajını, hepimiz aynalarından dolayı "Aynalı pasaj" olarak biliriz. Peki hemen onun yanındaki hanı hatıladınız mı... Doğum tarihiniz benim kadar eski ise ve lise yıllarında ingilizce ders kitaplarını çok aramışsanız bilirsiniz. Sahafları barındıran Aslıhan. Tabi burası eskiden Balıkpazarı ile Avrupa pasajı arasında dar bir koridor olarak uzanıyormuş ve İmroz’un da bulunduğu meyhaneler varmış sıra sıra. İsmini Crespin adlı bir Levanten aileden alıyormuş.
Bilmiyorum, belkide bu meyhanelerin bazıları şu anda Nevizade’de kimliklerini korumaya çalışıyorlardır. Ama İmroz’un Nevizade de olduğundan eminim. Ne zaman Ankara’dan misafilerimiz gelse !!!, Demet arkadaşımla birlikte onları mutlaka bu meyhaneye götürürüz. Sahibi, gorsonlarını zaman zaman bize kızarmış emek vermedikleri için azarlayan,müşteri ve meyhane kültürünü hiç kaybetmemiş tonton bir Rum'dur. Mezeleri çok lezettlidir. Ama yolunuz düşerde bir gün İmroz'a giderseniz, mutlaka giriş katında oturun derim. Neden mi? Nedenini uygulamyı yaptığınız zaman anlayacaksınız...!!!

Monday, January 2, 2006

01.01.2006 Güzel Bir Gün


Yeni yıl sabahı çok keyifliydi bizim için... Herkes uyurken sabahın köründe kalktık. Bu arada sabahın körü 8:30... Boğazda akşamcılar olmadığı için her yer tertemizdi... Hem çöplük anlamında hemde insanların olmadığı bir temizlikten bahs ediyorum...!!! Boğaz masmaviydi ve güneş üzerinde altın sarısı gibi parlıyordu... Vapurlar düdüklerini çalıyorlardı, hatta bazen büyük tankerlerde onlara eşlik ediyordu. Küçük balıkçı tekneleri ağlarını çoktan atmış, balıklarını çekmeye başlamışlardı bile... Gazetimizi okuduk, kaşarlı tostumuzu yedik ve ince belli çay bardağımızda demli çaylarımızı içtik. Hoş ben yine bir Amerikanlık yapıp öncesinde Starbucks dan havuçlu kek almıştım. Kahfaltı tabaklarımıza onu da ekledik...!!! içindeki o cevizler, o havuç tatıdı, hhhmmmmmmmmmmm nefis.....!!! yani reklamını yapıyorum burada ama yemenizi şiddetle tavsiye ederim. Topkapı Sarayının bahçesi ve arkeloji müzesinde geziyi tamamladık... Bu arada arkeloji müzesinin bahçesini ve tarihini bir başka yazı dizime saklamayı planlıyorum bilginize... GÜZEL GÜNLERİ BOL, ACILARI VE ÜZÜNTÜLERİ AZ OLAN, İYİ BİR YIL DİLİYORUM... SEVGİLER...

About

.
 
google-site-verification: google6264df489a134469.html