Monday, January 30, 2006

İstanbulda Bir Cumartesi




Cumartesi günü bir müze ve iki fotoğraf sergisi gezdim. Bu kültürel etkinliği, Galata’nın arka sokaklarında dolaşarak, gidilecek yerleri not alarak ve son olarak da Roberto Benigni'nin Kar ve Kaplan filmini seyrederek tamamladım. Öncellikle Pera Müzesinden başlamak İstiyorum. Suna ve İnan Kıraç Vakfı’nın katkılarıyla Pera Müzesi 2005 Haziran ayında açılmıştı. Pera Müzesi, Tepebaşında, Odakule’nin hemen arakasında yakın zamana kadar Bristol oteli olarak bilinen (yok etmediğimiz!)tarihi binalarımızdan birsidir. Bu bina, 1893 yılında mimar Achille Manoussos tarafından yapılmış. Sonrada Mimar Sinan Genim tarafından elden geçirilerek müzeye dönüştürülmüştür.
Gelelim içerideki sergilere bunlardan ilki;

İMPARATORLUKTAN PORTRELER
Müzenin 3. kattında "batılı ressamlar gözüyle Osmanlı ve Harem yaşantısını" ele alan tablolar ile "Sultanların potreleri" yer alıyor. Avrupalı ressamlar, 19. yüzyılda Avrupa’daki Romantizim akımına paralel olarak ortaya çıkan ve Oryantalizm adını alan akımla birlikte Osmanlı ile ilişkilerin yarattığı Turquerie (türk tarzı yaşam) dünyasını resimlemişler. Yine Ayrıca, "Boğaziçi Ressamları" diye adlandırılan bir grup Avrupalı ressam da, 18. yüzyıldan başlayarak iki yüzyıl boyunca İmparatorluk topraklarında resim yapmışlar. İşte bizlerde bugün bu Avrupalı ressamlara ait eserleri bu sergide görebiliyoruz.
1906 yılında
Osman Hamdi tarafından yapılan Kaplumbağ terbiyecesi
ençok dikkatimi çeken tablo oldu. Tablo'nun çok ünlü olmasından dolayı değildi bu merakım. Açıkçası, Yaşamdan dakikalarda, ............... tarafından bu tablo’nun birebir kopya edildiğini öğrenmiştim ve bu ressamın neden bu tablo’yu kopya ettiğini görmek istedim. Ben ressam olsaydım böyle bir eser yaptım diye asla ortaya çıkmazdım herhalde.
Bu tablo’da beni en çok etkileyen pencereden içeriye süzülen ışığın gücü oldu.
Diğer tablolara gelince hepsi birbirinden etkileyiciydi.
Elçilerin kabulü o zamanlar törenlerle yapılırmış. Bunuda burada gördüğüm birkaç tablo sayesinde öğrendim. Bu Türk tarzı yaşamdan (Turquerie)sadece avrupalı ressamlar etkilenmemiş, yabancı elçiler ve eşler Osmanlı kıyafetlerini giyerek potrelerini yaptırtmışlardı. Ne garip onlar bizim kıyafetlerimizden etkilenmişler bende onların kıyafetlerinden etkilendim. Atların üzerindeki suvarilerin şapkaları, eğerlerin altındaki o kumaşların üzerindeki işleri ve ince detayı izlerken gözlerim kamaştı doğrusu.
II. Mahmud’un yaptığı kıyafet devriminden sonra giydiği kostümle kendi potresini yaptırmış ve devlet dairelerine astırmış. Bu potrede çok heybetliydi doğrusu.
Gelelim burada ki bir diğer sergiye;
ANADOLU AĞIRLIK VE ÖLÇÜLERİ
"Tartı ve ölçü sistemleri, tarım ürünlerinin tartılması, arazilerin ölçülmesi ya da ticaret işlemlerinin standartlaştırılması amacıyla önce Mısır ve Babil'de geliştirilmiş." İlk terazi İ.Ö. 3500'lerde Mısırlılar tarafından kullanılmış.
Serginin bu bölümünde eski Yunan ve Roma dönemlerinde de kullanılan terazi, kantar, ölçek ve cetvel gibi aygıtları ve ağırlıkları görebiliyorsunuz.
Özellikle Eczacılıkta kullanılan ağırlık ölçülerine hayran oldum.Kaşık şeklindeki ölçütler boy boydu. Toplu iğne başı büyüklüğünde olan kaşığın hangi ilaçın ölçülmesinde kullanıldığını merak etmiyor değilim doğrusu.
Sarrafların kullandığı küçük cep terazileride ayrı bir güzelliktiydi. Üzerlerindeki küçük işlemleri ve detayları anlatacak kelime bulamıyorum.
Ahşap bir terzai vardı ki şekli itibariyle beni büyüledi. Neyse bunlara bakınca eskiden sokaklarımızda gezen yoğurtçılarımız geldi aklıma… “yoğurtiçi geldi hannnnııııııııııımmm” diye bağırırlar bir yandan da ellerindeki zili çalarlardı. Anneannem "camdan yoğurtçuya seslende bize yoğurt getirsin" derdi. Yoğurtçu gelir, tepsisinden elindeki spatulayla yoğurdu keser ve terazisinde ölçükten sonra yoğurdumuzu verirdi. Bizde akşam üzeri beş çayında böreğin yanında bir güzel bu yoğurtan yapılmış ayranı içerdik.
Gördüğüm, ağırlıkların, kantarların, kurşun sikkelerin, dirhemlerin herbirinin üzerinde ayrı ayrı işler vardı. Ağırlık ve uzunluk ölçülerini merak ediyorsanız bu sergiyi kaçırmayın derim.


Pera Müzesinden çıktıktan sonra İstiklal Caddesinde Yapı Kredi’yi biraz geçince
Küçükçekmece Beledeiye’sine ait fotoğraf sergisini gördüm. Sergide belediyenin 2006 yılı takvimi için açtığı fotoraf yarışmasında ödül almış fotoğraflar yer alıyordu.
İkinci gezdiğim sergi RECEP DÖNMEZ'e ait sualtı fotoğraf sergisiydi.Bu sergiyide vaktiniz olursa gezin derim. Nefis sualtı fotoğrafları vardı. Ben en çok denizatlarını beğendim.
Neyse gelelim Galatadaki gezimize.

DOĞAN APARTMANI
İstanbul'un en güzel manzarasına sahip yapılarından biri Doğan Apartmanı 20 yüzyıl başlarında yapılmış birçok ünlüye ev sahipliği yapmış muhteşem bir yapı. Kamondo iş hanı ile bitişik ve kuledibi Serdarı Ekrem caddesinde bulunuyor. Şarkıcı Teoman'ın da küçüklüğü burada geçmiş kamondo Hanı'nın en üst katında ise bir zamanlar Abidin Dino'nun resim atölyesi varmış.

Geniş bir avlusu olan bu apartmanın sokak girişindeki ilk kapısından ayağımı atar atmaz kendimi, Avrupa’da hayran olduğum o binalardan birisine girmiş gibi hissettim. Tabiki dairelerin birinden muhteşem boğaz manzarasını göremediğim için olsa gerek! En azından artık ev arama derdinden kurtuldum! Kazancım bir gün dollar veya euro bazında olursa artık nerede oturacağımı biliyorum…
Son olarak da gelelim,




KAR ve KAPLAN filmine Roberto Benigniyi
ben çok seviyorum. Kendisi için çok abartılı, filimlerde hoplayıp zıplıyor densede ben tüm bu söylentilere kulak kapatıyorum. Çünkü hareketleri, acıyı, korkuyu, üzüntüyü ve sevinci youmlaması hepsi kişiliğinin bir parçası. Onun kadar duygularını çoşkuyla dile getirebilen insan sayısı bence çok azdır. Vita e bella, La’da bir çocuğun savaştan korkmaması için gösterdiği çabayı unutamıyorum doğrusu.
Bu filiminde de savaş sırasında aşkı ve sevdiği kadını kurtarmak için verdiği mücadeleyi anlatıyor. Bence savaşın tüm kötü yönlerini aktarmak yerine sadece savaş sırasında insanların ilaç bulamadıkları zamanki çaresizliğini anlatmış.
Film hem ağlattı hem güldürdü beni. Hele bir sahne vardı ki, Bağdat’ın 50 km dışında İtalyan Kızılhaçından ilaç bulması, üzerine, motosikletine bunları yüklemesi ve tam Bağdat’a girerken Amerikan askerleri tarafından durduldması ve bu sahnede geçen konuşmalar. Neyse filmi anlatmayayım, gerisini merak ediyorsanız ve Roberto Benigninin tarzını seviyorsanız eğer gidin izleyin derim.

0 comments:

About

.
 
google-site-verification: google6264df489a134469.html