Tuesday, February 28, 2006

Uçurtma

Keşke şöyle tüm bloglar bir araya gelsede uçurtma festivali düzenlese diyorum. Bu festivalden elde edilecek gelirde eğitim vakıflarına aktarılsa. Hatta festival gelenek haline gelse ve her Nisan ayının ilk haftasında uçurtmalar havalansa ne iyi olur değil mi?
Nerden mi aklıma geldi? Geçen gün TV'de Tayland'ta yapılan uçurtma festivalini izledim. Sonra bu festivalin neden yapıldığını merak ettim. Araştırmam devam ediyor tamamlanınca yazarım. Neyse bu festival artık onlarda bir turizm aktivitesi haline dönüşmüş ve insanlar aylar öncesinden rezervasyon yaptırıyorlar ve sanıyorum yaklaşık 20-25 gün dürüyor.
Baharın gelmesi ve toprağın renklenmesi insanda gökyüzünüde renklendirme hissini uyandırıyor...:-)

Monday, February 27, 2006

Picasso İstanbul'da



Cumartesi günü sonunda Sakıp Sabancı Müzesinde Picasso İstanbul’da resim sergisine gittim. 1996 yıllında Picasso’nun hayatını anlatan filmi “Surviving Picasso” seyretmiştim. Aradan tam 10 yıl geçmiş ve bu seferde sergisini gezdim.
Eğer henüz gezmediyseniz ve gezmek istiyorsanız minumum 4 saat ayırmanız gerekiyor.


Kuyrukta abartısız tam tamına bir saat on iki dakkika bekledik. Atlı köşkün manzarası nefis olduğu için insanın canı sıkılmıyor ama yinede ayakta beklemek yorucu oluyor. Bendeniz muhabeti çok sevdiği için tabiki kuyruktaki insanlarla hemen diyaloga girdi.. Önümde İzmit’den gelen anneli kızlı bir aile vardı. Neyse biraz onlarla Sakıp Sabancı’nın eşi hakkında dedikodu yaptık. Efendim bir kaşığa 40 tane mantı sığdırıyormuş ama yemeği güzel porselen bir tabak yerine, hötü bir aliminyum kapta sunmuş, olacak şey değil !!!



Neyse kuyruk iki üç dedikodu iki üç fikir alışverişi ve atlı köşkte yaşamak hevesiyle bitti. 2004 yılında Picasso’nun Barcelona’daki sergisini gezmiştim. Süperdi. Bu sergide de daha önce görmediğim heykellerini ve resimlerini gördüm. Sergi sonrası köşkün içini gezdik. Sakıp Amcamızın hat koleksiyonu varmış. Bu arada Osmanlı Turası hakkında epey bilgi edindim. Tüm bunların üzerine nefis bir cappucino içerek ve beyaz şaraplı armutlu kek yiyerek sergi gezimi tamamladım.
Picasso 1881 yılında doğmuş ve 1973 yılında ölmüş, tamtamına 92 senelik renkli hayatının 70 yılında hep yenilikler için çalışmış. Fernande Olivier, Eva Gouel, Olga Kokhlova (Çok güzel bir bayanmış, o kadar güzelmiş ki tüm güzelliğini porterisini yaparak göstermek istemiş), Marie Therese, Dora Maaer, Françoise Gilot, Jacqueline Roque hayatına giren bayanlardan bazıları.Tüm bu bayanlar onun sanat yaşamındaki farklı dönemleri yansıtıyor.


Picasso, arkadaşı Casagemas’nın intihar etmesine çok üzülüyor ve bu dönemde yaptığı eserlerin çoğunda melankolinin ve hzünün simgesi olan mavi rengini kullanıyor, bu dönemde genellikle yoksulları, çingeneleri, fahişeleri, mahkumları, sarhoşları, dilencileri ve hüzün veren görüntüler çiziyor. Onun bu dönemi “Mavi” dönem olarak biliniyor.
Daha sonra Barcelonadan, Parise taşınıyor (1904-1906) Pembe Dönem adı verilen bu dönemde Picasso'nun başlıca konusu gezgin sirkler, paletindeki baskın renkler ise pembe ve ten rengi tonlar oluyor. Bu dönem, Picasso'nun özel hayatında da önemli bir değişikliğin habercisi.
1904 sonunda yaşamına giren model Fernande Olivier ile birlikte yaşamaya başlıyorlar. Sonu kübizme varan o yıllarda "La Belle Fernande" eserini yaratıyor.
Paris'e döndükten sonra, 1906'nın sonlarına doğru, 5 fahişenin hayatını konu alan Avignonlu Kızlar "les Demoiselles d'Avignon" diye bilinen büyük kompozisyonu üzerinde çalışmaya başlıyor. Tabloda kadın bedenlerinin göğüs, kol ve bacaklarının keskin geometrik kesişmelere indirgenecek kadar sert biçimde çiziyor. Bu eserinin gerçeği değil ama halı üzerine yapılmış şekli SSM’de yer alıyor.



Picasso’nun en verimli dönemi 1907-1914 yılları arasındaymış. Bu dönemde sayısız eserler yaratmış. Picasso 13500 resim, 10,000 baskı, 34000 kitap resmi, 300 heykel ve birçok resim ve çizim yaparak en üretken sanatçılar arasında yer alıyormuş. Bu arada 1973'de eserlerinin toplam değeri 750 milyon dollar olarak hesap edilmiş. Neyse çok uzun olmaya başladı. Burada nokta koyuyorum. Bazı eserlerini görmek için http://www.malarze.walhalla.pl/galeria.php5?art=11 veya http://en.wikipedia.org/wiki/Picasso sitelerini gezebilirsiniz.



Bu arada bende, sizleri SSM sergisinde benim en çok hoşuma giden eserlerle başbaşa bırakayım.
Plajda siesta yapan kadın, Mavi elbiseli kadın, yoksullar, öpücükler...

Friday, February 24, 2006

VAPURLAR...


Dün akşam Yaşamdan Dakikalar'da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin, şehiriçi deniz hatların'daki vapurlara kitap koyacağını öğrendim. Haberi duyunca aynen şöyle düşündüm: “Ne yazık ki, çok okumayı seven canım insanlarım tarafından bu kitaplar evlerine götürülecek, sobalarında onlar için ateş olacak, kimbilir belkide bazılarının sayfaları karalanacak, bazılarının sayfaları da kopartılıp tuvalet kağıdı yapılacak…” .
Aslında tüm bunların yerine... Okuyan, okudukça cehaletle- bilgelik'i ayırt eden, inançla- yobazlığın farkını bilen insanların o vapurlarda yolculuk yapmasını isterdim. O zaman bu kitaplar ve bilgiler paylaşılır, paylaşıldıkça insanlar özgür olurdu.
Şiire geçmeden önce, kısaca kendi vapurumdan bahsedeyim: "benim vapurumda da zeki insanlar dostluk içinde aydın bir Türkiyeye doğru ilerliyor olurdu" ve eğer aşağıdaki vapurlardan birine binseydim sanırım buda Cemal Süreya’nın vapuru olurdu.

Şiirci Hatları Vapuru

Nazım Hikmet vapuru
deniz ile arasına
dökülen asfaltı kırar
ve özgürlüğüne kavuşturur
salacak iskelesini
batmak pahasına

Can Yücel vapuru
alaycı bir düdük çalar
savaş gemilerine
ki rakı şişeleri asılıdır
can simitlerinin yerine

Attila İlhan vapuru
keyfile yarar suları
içinde çünkü sevgililer öpüşür
ve güvertesinde
sigarasını rüzgara karşı yakan
bir katil üşür

Edip Cansever vapuru
denize yansıyan
otel ışıkları altında gider gelir
boğazın en uzak
iki iskelesi arasında

Orhan Veli vapuru
evlerine taşırken
telaş içindeki insanları
küpeştesinden atılan
simitleri kapışır
martı kuşları

Cemal Süreya vapuru
akşamüstleri giyince
ışıklı elbisesini
ince bir duman savurarak havaya
dansa kaldırır
kız kulesini

Sunay Akın

Tuesday, February 21, 2006

Haftasonu- 2 film bir tiyatro Hafta arası- 1film


Perşembe akşam Aile Bağları’na (Family Stone) gittim. If istanbul’a bilet almak için Taksim’e gittim, gitmişkende Bir Geyşa’nın anılarını seyrederim dedim ama saati uymadığı için ve saati uyan tek bu bu film kaldığı için hadi bakalım görelim dedim. Jessica Parker’ı Sex and the City’de çok beğeniyordum. Yazar kimliği ve NY’daki yaşantısı ile çok çekici geliyordu bana.
Gelelim bu filme. Filmi beğenmedim. Öte yandan Amerikalıların aile bağlarını gerçeğe çok yakın işlediği için bir artı puan aldı benden. Sevgili olan çiftlerin filmin sonunda birbirlerinin kardeşleri ile birlikte olmaları seneryoyu çok zorlamış helede bu garip durumun mutlu sonla erdirilmesi kesinlikle anlamsızca sarf edilen bir emek olmuş.

ENRON-The Smartest Guys In The Room (Enron; İş Dünyasının Açgözleri)
Bu film gerçekten seyredilmesi gereken belgesellerden bir tanesiydi benim için. İşim gereği gittim ve çok fazla abilgi edindim. Okumak ve seyretmek birleştirince taşlar yerine daha bir oturuyor. Bu konuya meraklıysanız gidin görün derim. Film, tarihin en büyük şirket skandallarından birinin perde arkasını gözler önüne seriyor; Enron skandalında ABD’nin en büyük yedinci şirketinin üst düzey yöneticileri bir milyar dolardan fazla kârla işin içinden çıkarken, yatırımcılar ve çalışanları her şeylerini kaybettiler. Fortune dergisi gazetecileri Bethany McLean ve Peter Elkind’in ‘The Smartest Guys in the Room’ adlı kitabından yola çıkan film, bir yandan işin iç yüzünü bilen tanıkların anlatılarına yer verirken, edinmesi zor işitsel ve görsel kanıtlar da sunarak, Enron’un tepesindekilerin olağanüstü kişisel lükslerini ve şirket felsefesi kisvesi altındaki ahlaki yozluğu açığa çıkarıyor.


Good Night - Good Luck- (İyi Geceler-İyi Şanslar)
"İyi Geceler İyi Şanslar", 1950'lerin Amerikasında radyo-televizyon gazeteciliğinin ilk günlerinde geçen bir hikâyeyi konu alıyor. Televizyon haberciliğinin öncülerinden Edward R. Murrow (David Strathairn), Senatör Joseph McCarthy ve Amerikan Karşıtı Eylemler Senato Komitesi (Daimi Soruşturma Alt Komisyonu) arasındaki sürtüşmeleri, kronolojik bir perspektif içerisinde ele alıyor. Gerçekleri yazma ve kamuoyunu aydınlatma arzusuyla, CBS'in haber merkezinde çığır açan Murrow, kendini işe adamış haber şefi prodüktörü Fred Friendly (George Clooney) ve Joe Wershba (Robert Downey Jr.), 'komünist avı' yıllarında, McCarthy tarafından yayılan felâket tellâllığı ve yalanları sorgulamak üzere baskı kurmaları için şirket ve sponsorlarına başkaldırırlar. Senatör, ana haber sunucusunu komünist olmakla suçlayarak cevapladığında halkın çoğunluğunda düşmanlık duyguları gelişir. Bu misilleme ve korku ortamında, McCarthy'nin yalanları ve kabadayı taktikleri sonunda açığa çıkıp da, McCarthy'yi güçsüz bırakartığındaysa CBS elemanları ne olursa olsun görevlerine devam eder ve sonuçta azimlerinin karşılığını görürler. Yine de Murrow ve ekibi yüksek bir bedel ödeyecekler ve programları daha geç bir zamana alınacaktır.

K A N T O C U

Yazan –Yöneten: Haldun DORMEN
Müzik: Serpil GÜNSELİ
Verjin: Aslı AYBARS
Kenan:Mehmet ÇEREZCİOĞLU
Çığırtkan : Mert TURAK
Rula: Selma KUTLUĞ
Mari: Selen UÇER
Cemil: Murat COŞKUNER
Hasan: Bilge ZOBU

1923 yılının kış aylarında Türkiye’nin karmakarışık olduğu, düşman ordularının işgali altında bulunduğu günlerde var olmaya çalışan bir Çadır Tiyatrosu, Bursa’da varyete usulü gösterilerini sürdürmektedir.... Müslüman kadınların sahneye çıkmalarının yasak olduğu bu yıllarda, Verjin adlı Rum asıllı genç bir şarkıcı çadırın yıldızıdır...

Oyun Rum sanılan kızın müslüman olması, sahneye çıkamaması, sonrada Cumhuriyetin ilan edilmesiyle sahneye çıkması, Aşkını kaybettiğini sanarken bir uçuk yıl bekledikten sonra bulması şeklinde gelişti ve sona erdi. İlk bölümü sıkıcydı,ikinci bölümde biraz hareketlendi. Müzikler ve oyunuların çabası gözardı edilemez. Bu maaşa bu emek. Birde protokol olayı var bunuda yarın yazarım artık...

Friday, February 17, 2006

Diyet


Yemek yemek en sevdiğim faliyetlerden bir tanesi. Hele birde sofra şöyle zevkli hazırlanmışsa, tabaklar seri şeklinde, bardakalr onları tamamlıyor, salata resim gibi, peçeteler itina ile katlanmış vs.vs. ooohhh doymam artık yemek yemeğe.Abur cubur mu işte onlar benim hayatımın bir parçası, mezeler ise benim vazgeçilmez düşlerim. Her akşam iş çıkışı yürüyorum, malum haliniz burası Kurtuluş olunca heryerde şarküteriler var. İnanılmaz birşey biri, ikisi derken hemen uzaklaşıyorum yürüdüğüm sokaktan. Daha sonrasında başka bir zorlu engel olan, Migros engeli var. Her akşam iş çıkışı mutlaka uğruyorum, insan yanlız yaşayınca alışverişini adet bazında yapıyor (çünkü buzdolabı temizlemekten ve küflenen sebzeleri atmaktan bıkıyorsun bir müddet sonra) dolayısıylada her akşam birşeyler almak zorunda kalıyorum. Gelelim engele oradaki soğuk mezeler, makarnalar ve çikolata bölümlerini teğet geçerek, bir iki sebze torbası ile dışarı atıyorum kendimi. Ama artık yorldum bu engelleri atlamaktan canım, kendimi pek bir engelci görüyorum!!! Birde üstüne üstüne bunca çabam, bedenim tarafımdan taktir edilmiyor ve kilo üstüne kilo alıyorum. Geçen gün tartının üstündeki rakamı görünce gözlerim fal taşı gibi açıldı. Hemen uzak doğulu arkadaşlarımın yaptığı gibi bir günlük meyve rejimi yaptım (Haftada sadece bir kere yapıyorlar). Zavallı obur miğdem neye uğradığını şaşırdı !!! Sonra ki günlerde çılgına döndü. Buzdolabı kapağı ile ellerim arasında ilginç ve ayrılmaz bir bağ oluştu. Bugün tam tamına 4. gün. “dayanacağım ve zaferle çıkıcağım bu pisboğazlık savaşından…”.

Wednesday, February 15, 2006

Değişik Linkler

Önceleri internet den alışveriş yapmayı pek sevmiyordum. Ürünü elime almadan, dokunmadan alışveriş yapmış gibi hissetmiyordum. Ama şimdi web üzerinden alışverişlerimi yapıyorum. Hem araştırması kolay hemde zahmetsiz. Elektronik ürünler konusunda aşağıdaki websitesini tavsiye ederim. Kaliteli ve çok iyi tasarlanmış bir websitesi. Iyi alışverişler ...
http://www.webdenal.com

Gelelim bir diğer websitesine... Bilgisayarımı çok seviyorum. Ayrı bir bağ var armızda!!! Bilgisayar ve internet olmadan ne yaparım bilemiyorum. Sadece tatillerde bir hafta boyunca bilgisayarı unutuyorum. İşte tüm buları da aşağıdaki linkte duvar kağıtları var demek için söyledim. Nasıl ama...
http://www.pixelgirlpresents.com/desktops.php?page=3&cat=&res=

Tuesday, February 14, 2006

Başarı


Bugün iki arkadaşımdan gelenlere yer veriyorum. Bir arkadaşım, özlü sözleri çok sevdiğimi bildiği için bana bugünkü takvim yaprağını verdi. O zaman hemen günün sözünü yazayım dedim:
“Bir insan sabah uyanıp, akşam yatağa girdiği zaman dilimi içinde yapmak istediği şeyi yapıyorsa, başarılı bir insandır.” Bob Dylan
Keşke bunu başaran ender insanlardan biri olsaydım. Yada, bende bunu yapmam için gerekli cesaret olsaydı. O zaman alıp başımı giderdim. Denizden yeni çıkmış ağların kokusunda…!!!
Neyse en azından duygularını dile getirebilen ve sevmeyi bilen grup içersinde yer aldığıma göre o zaman kısmi olarak başarılı sayabilirim kendimi…
Diğer arkadaşımda tesadüfen yine başarı ile ilgili bir yazı göndermiş. Beğeneceğinizi ümit ediyorum.
“Başarı deyince aklımıza farklı şeyler gelir.Toplumun gözünde başarı;iyi maddi gelir getiren bir kariyer, büyük bir ev,lüks bir arabadır.Aslında bunlar basarılı olmanın tanımı değildir.Aşağıda Ralph Waldo Emerson 'ın başarı tanımına kulak verelim:”
" BAŞARI ; Sık sık gülmek ve cok sevmektir; Akıllı insanların saygısını veçocukların sevgisini kazanmaktır; Dürüst eleştirmenlerin onayını almak! ;sahte dostların arkadan vurmalarına dayanmaktır; Herkesteki en iyiyibulmaktır; Karsılık beklemeyi hiç düşünmeden kendiliğinden vermektir; Gerideister sağlıklı bir cocuk, ister kurtarılmış bir ruh, ister bir parça yeşilbahçe, ister iyileştirilen bir sosyal durum bırakarak dünyanın iyileşmesinekatkıda bulunmaktır; Gönlünce eğlenmek ve gülmektir; Tek bir kişi bile olsa,birinin sizin varlığınızdan ötürü daha rahat nefes aldığını bilmek ve tekbir kişinin bile sizden kasıtlıi zarar görmediğini bilmektir; "
Son olarak bugün sevgililer günü, bence dünya sevgi günü olsaydı daha anlamlı olurdu. Hiç değilse birgünlüğüne aç çocukların karnı doyardı, tanımadıkları abileri tarafından dövülmez, işkence görmezlerdi, birgünlüğüne de olsa eğitimleri ile ilgilenilirdi, silahlar susardı, bombalar patlamazdı, erkekler kadınları hor görmez seslerini yükseltmezlerdi, otobüste herkes birbirine yer verirdi, her şeyden önemlisi kimsenin kalbi kırılmazdı, birgünlüğüne olsa bile bu dileklerimin gerçekleşmesi güzel olurdu değil mi...

Tabiki, tüm bunlar, dünyadaki herkesin sevgi kelimesini tanıdığını ve ne anlam ifade ettiğini bildiğini düşünerek dilenmiştir. Yoksa hikaye olur du değil mi efendim!!! Bugün herkesin birbirine kırmızı gül ve kalp vermesi gibi birşey işte... :-)
Neyse sevmek, sevilmek ve tüm çekim ekleri sizinle birlikte bir ömür boyu yanınızda olsun.

Monday, February 13, 2006

İstanbul da Jazz Keyfi


Cuma akşamı İstanbul Jazz Center’a gittik. Kerem Görsev’i ve yurt dışından gelen farklı konuklarını, keyifli bir şekilde dinlemek istiyorsanız, burası tam size göre bir jazz mekanı (bizim gittiğimiz akşam Allan Harris sahne aldı).
Ortaköy Caddesi üzerinde bulunan jazzcenter, gösterişten uzak, sade ama bir okadar da şık bir mekan. Büyüklük olarak çok ideal. Sahne her taraftan çok rahat bir şekilde izlenebiliyor. Salı günleri “girls night out” (kızlar dışarda) gecesi yapmışlar bu yüzden bayanlar giriş ücreti ödemiyorlar!!!
Gelelim haftasonun bir diğer güzel gününe;
Cumartesi günü Jane Austen’in kitabından sinemaya uyarlanan “Love and prejudice” (aşk ve gurur) filmine gittik.
Başrollerini Keira Knightley ve Matthew MacFayden’in oyanadığı filmi çok beğenmedim. Film aşk filmi olmasına rağmen ağır temposu yüzünden ilgimi çekmedi. Ancak filmin soundtrack’ini ve çekim yerlerini çok beğendiğimi söylemeden edemeyeceğim. Klasik müzik eşliğinde şatolar ve lüks yaşam görüntüleri muhteşemdi.
Birde o devirde yaşayan bayanların iyi bir evlilik yapabilmeleri için resim yapmak, nakış işlemek veya piyano çalmak gibi yeteneklerinin bulunması gerekliymiş. Hoş başrol oyuncusunun kitap okumak ve sivri dili dışında bir yeteneği olmamasına rağmen beş kız kardeş içersinden en iyi evliliği o yaparak mutlu sona erdi. Birde filimde subay olayı vardı. Pek bir şey anlamadım. Kızkardeşlerin en küçük iki tanesi subaylar için çıldırıyorlardı. Neyse filimden anladığım kadarıyla, o dönemde evlenmek için her yolun mübah olduğu!!!


Sırada görmek istediğim iki film var, “bir geyşanın anıları” ve “kanıt” ...
Pazar günü Anadolu yakasında güzel bir kahfaltı yaptık. Dönüşte enteresan bir tablo vardı. Anadolu yakasında lapa lapa yağan kar, köprüyü geçince yerini sulu kara bıraktı ve Ataköy’e yaklaşınca güneş açtı. Tabiki burası İstanbul, büyük bir il, halkına tüm doğa olaylarını aynı anda yaşatabiliyor...!!!

Friday, February 10, 2006

Sevmemek


Çok sevdiğim arkadaşlarımdan biri, etraftaki kırmızı kalplerin, güllerin ve pembe sayfaların tekil hayat anarşisi yarattığı düşüncesinde. Haksızlık payıda yok değil hani. Herzaman söylediğim gibi, “bir günlüğüne yalancı bir kalp verecek sevgili yerine, hergün gerçek kalbini verecek bir sevgilisi olmalı insanın” ...
Düşündümde içmizde sevgi duygusu olmasaydı, hayat nasıl olurdu? Kapımızın önüne gelen bir kedinin başını okşamaz ve çıkardığı hırıltıyı duymazdık. İçinde sevgi sözcüğü geçen şarkılarda duygulanmazdık ve hatta, bu şarkıları yazamazdık. Anne çocuğunu okşarken hiç bir şey hissetmezdi, TV seyrederken her programa aynı tepkiyi verirdik, sevdiğimiz program diye bir şey olmazdı. Şiirler yazılmazdı, romanlar olmazdı. Dostumuz, arkadaşımız, kime derdik? Bütün insanlar birbinin aynı olurdu.
Yazmak bile çok ürkütücü geldi. Ne yazık ki etrafıma baktığımda sevginin ve sevilmenin insanlar üzerinde bıraktığı etkilerin azaldığını görüyorum. Bencileşen dünyamızda insanlar kendi kabuklarına çekiliyorlar ve tekil hayatlarını yaşıyorlar.
Artık çay bahçelerinde buluşulup, çay içerken gözgöze bakıp sevgi sözükleri kullanmak yerine insanlar sanal ortamda sohbet programlarının yardımıyla birbirlerine sevdiklerini söylüyorlar. Nasıl olur ki böyle bir şey? Dokunmadan gözünün içine bakmadan seni seviyorum demek.
Sinemaya gitmek, filmi birlikte izlemek ve üzerinde yorum yapmak ve hele de İstiklal Caddesi’nde Emek sinemasına gittikten sonra üzerine birde İnci’de profiterol yemek sevmekti bizim için.
Neyse efendim, ben sevdiğim şeylerden başlayacağım ve dinlemekten çok zevk aldığım ve hatta en çok sevdiğim şarkının sözleri ile sizi başbaşa bırakacağım. Tabiki bende şimdi hemen Frank Sinatra Albumü dinleyeceğim...

MY WAY

And now, the end is near;
And so I face the final curtain.
My friend, I’ll say it clear,
I’ll state my case, of which I’m certain.

I’ve lived a life that’s full.
I’ve traveled each and ev’ry highway;
And more, much more than this,
I did it my way.

Regrets, I’ve had a few;
But then again, too few to mention.
I did what I had to do
And saw it through without exemption.

I planned each charted course;
Each careful step along the byway,
But more, much more than this,
I did it my way.

Yes, there were times, I’m sure you knew
When I bit off more than I could chew.
But through it all, when there was doubt,
I ate it up and spit it out.
I faced it all and I stood tall;
And did it my way.

I’ve loved, I’ve laughed and cried.
I’ve had my fill; my share of losing.
And now, as tears subside,
I find it all so amusing.

To think I did all that;
And may I say - not in a shy way,
No, oh no not me,
I did it my way.

For what is a man, what has he got?
If not himself, then he has naught.
To say the things he truly feels;
And not the words of one who kneels.
The record shows I took the blows -
And did it my way!

Thursday, February 9, 2006

Sinirli insanlar-küçük işler


Herzaman mutlu olmak için neden ararım... Çünkü anlarda saklı olduğunu bilirim. Bu yüzden 60 dk'lığına kaybettğim mutluluğu 1 dk'lık mutluluğa çevirme niyetindeyim ve bu iki karikatürü post ediyorum...!!!
"Sinirli geçirilen her dakikayla, mutlu bir 60 saniye kaybedilmiş olunur." William Somerset Maugham

Karşılıklı çıkar ilişkisine dayalı her iş'te işin büyüklüğü ve küçüklüğü önemli değildir.
"Ufak işler için kendini büyük gören kişi, genelde büyük işler için çok küçüktür." Jacques Tati

Wednesday, February 8, 2006

Salkım Söğüt


Her sabah sahil yolunu kullanarak işe gidiyorum. Bugün karın ve çamurun kirlettiği camdan bulanık da olsa söğüt ağaçları’nın dallarının sararmaya başladığını gördüm.
Demek ki bahar kapıda!!! Bu ayında sonunda yaprakları yeşermeye başlar artık.
Doğum aralıklarına göre herkesin bir ağcı varmış. Benimkisi köknar ağcıymış (Sayfamın düzenli okuyucuları olan arakadaşlarımıda unutmayıp onlarınkinide aktarmak istiyorum, 19-28 Şubat Çam ağcı, 25 Mayıs-03 Haziran Dişbudak).
Bitkiler konusunda çok bilgim yok. Sadece bilindik ağaç ve çiçek isimlerini bilirim. Bakalım bakalım bu söğüt ağcı kim miş neymiş dedim ve aşağıdaki bilgilere ulaştım.
Latince adı, Salix babylonica. İngilizcede weeping willow deniyor. Weeping ,ağlayıcı; willow willowy de, kadınlarda ince, narin, zarif anlamlarında kullanılıyor. Birleştirirsek tüm bunları Ağlayan zarif ağaç diyebiliriz. Demek ki çocukken ağlayan ağaç benzetmem doğruymuş!!!
Salkım söğüt, doğal ortamlarında genellikle su kenarlarında yetişiyor. Çabuk büyüyor (15 m’ye kadar), her yaşta eğilebiliyor, uzun yerçekimine karşı koyamayan esnek kolları daire şeklinde açılıyor ve son derece estetik görünümlü bir ağaç oluyor. Söğütün kırılan veya budanan dallarının çok hoş bir kokusu var.
Şimdi, bir bahar esintisi ile salkım söğütün nefis gölgesinde uzanıp kitap okumak istedim.En iyisi Nazım Hikmet’in bir şiiri ile bitireyim bu araştırmayı...

SALKIM SÖĞÜT
akıyordu su
gösterip aynasında söğüt ağaçlarını.
salkımsöğütler yıkıyordu suda saçlarını!
yanan yalın kılıçları çarparak söğütlere
koşuyordu kızıl atlılar güneşin battığı yere!
birden
bire kuş gibi
vurulmuş gibi
kanadından
yaralı bir atlı yuvarlandı atından!
bağırmadı,
gidenleri geri çağırmadı,
baktı yalnız dolu gözlerle
uzaklaşan atlıların parıldayan nallarına!

ah ne yazık!
ne yazık ki ona
dörtnal giden atların köpüklü boynuna bir daha yatmayacak,
beyaz orduların ardında kılıç oynatmayacak!


nal sesleri sönüyor perde perde,
atlılar kayboluyor güneşin battığı yerde!


atlılar atlılar kızıl atlılar,
atları rüzgâr kanatlılar!
atları rüzgâr kanat...
atları rüzgâr...
atları...
at...

rüzgâr kanatlı atlılar gibi geçti hayat!

akar suyun sesi dindi.
gölgeler gölgelendi
renkler silindi.
siyah örtüler indi
mavi gözlerine,
sarktı salkımsöğütler
sarı saçlarının
üzerine!

ağlama salkımsöğüt,
ağlama,
kara suyun aynasında el bağlama!
el bağlama!
ağlama!

Monday, February 6, 2006

Pazartesi Sendromu Nedir?


Sabahleyin 6:45’de uyan, NTV haberleri dinlemek için TV kumandasında 5’e bas. Duş al, dişlerini fırçala, kahve makinasını aç (pazrtesileri hariç), mısır gevreğini sütle karıştır, tüm bunları başarmak ve otobüse yetişmek için saatini 7:20’ye kur (İstanbul’da artık trafik felaket olma durumundan çıktı ve felaket ötesi, rezalet gibi ön başlıkları aldı, bu yüzden 2 aydır, aracımı trafiğe sokup kendimi sinir stres sahibi yapmak istemediğim için sevgili İst.Belediyesinin araçlarını kullanıyorum) ve fırla. Ayaklarını sürükliye sürükliye durağa yürü, her sabah durakta aynı insanları gör. Gün başlıyor kolay gelsin...
İlk başlarda gözgöze geldiklerimle merhaba, günaydın anlamına gelen gülümsemeyi yapıyordum cevap alamayınca sonraları ondan da vazgeçtim. Ama hala daha, Şoföre günaydın ve inerken de iyi günler kelimelerini kullanıyorum. Birgün biliyorum “sizede iyi günler” diyecek...Azimliyim...
Gelelim Pazartesilerine tüm bu monotonluğun ağır yükü üzerine birde “Pazartesi Sendorumu” dedikleri şey biniyor. Bende araştırdım bu sendromun bilimsel açıklaması neymiş diye. En sonunda şuna karar verdim. Tempo değişikliği. Haftasonunun yoğun ve eğlenceli temposundan iş temposuna geçiş. Pazartesi günleri, sanki Cuma günü hiçbir iş yapmamışınız gibi bir sürü iş çıkar karşınıza, işler işleri türetir, birikirde birikir. Hele birde bunlara kötü haberler eklenince (mesela aylardır çalıştığınız , kabul gören , son değişiklikleri yapılan ve imza aşamasındaki projenizin iptal haberi ) daha bir çekilmez olur Pazartesileri. Uzmanlar diyor ki, sabah kahfaltınızda müzik dinleyin, gittiğiniz yolu değiştirin, öğle yemeğini sevdiğiniz dostlarınızla birlikte yiyin ve yavaş yavaş stresden uzaklaştırarak kendinizi iş temposuna sokun. Bence hikaye... Bir kere okul yıllarından beri hiç sevilmeyen bir gündür Pazartesi. Tatilde bile hissedersiniz Pazartesini. Bu kadar kötü üne sahip bir günü nasıl aklayabilirsiniz ki? Nasıl normal bir gün olarak kabul edebilirsiniz ki?

Friday, February 3, 2006

Ustalara Saygı

Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu tarafından düzenlenen Kültür, sanat, edebiyat ve düşün dünyasındaki usta isimlerin çalıştıkları alanlara damga vuran çeşitli yönlerinin izleyici ile buluştuğu “Ustalara Saygı” etkinliklerinin onuncusu, Akatlar Kültür Merkezi’nde Haldun Dormen için gerçekleştirildi.
Ustalara Saygı etkinlikleri, 13 Şubat’ta Atıf Yılmaz, 20 Şubat’ta Cemal Reşit Rey ile sürecek. Gitemek isterseniz detaylı bilgiyi Beşiktaş Belediyesinden alabilirsiniz.

HALDUN DORMEN
1928 yılında Mersin’de doğan Haldun Dormen Yale Üniversitesinin tiyatro bölümünden masters derecesi ile mezun olduktan sonra çeşitli yaz tiyatrolarında çalıştı. 1954 yılında İstanbul'a dönerek Muhsin Ertuğrul yönetimindeki küçük sahneye girdi ve "Cinayet Var" adlı oyunla ilk kez Türk seyircisinin karşısına çıktı bu arada amatörlerle cep tiyatrosu çalışmalarını sürdürdü.

1955 yılında Papaz Kaçtı komedisi ile Dormen Tiyatrosunu kurdu. Bugüne kadar yüzün üstünde rol alan Dormen, çeşitli tiyatrolarda 32'si müzikal 140 oyun sahneye koydu. Sürç-i Lisan Ettikse ve Antrakt adlı iki otobiyografik kitap ve aralarında Hisseli Harikalar Kumpanyası, Geceye Selam, Şen Sazın Bülbülleri, Yolun Yarısı, Günaydın Mr. Weill, Amphytrion 2000 ve Bir Kış Öyküsü gibi yapıtlar bulunan dokuz müzikal yazdı. Şehir tiyatrolarında onaltı yıldır oynanan "Lüküs Hayat" ve İstanbul Operasında "Kral ve Ben" müzikallerini sahneye koydu.

Barış Manço


Sevgili Barış Manço'yu 1 Şubat 1999 yılında kaybetmiştik. Bugün geçde olsa onu anmak istedim.
Sadece ben değil "7 den 77 programına" katılan tüm çocuklar ve bu satırları okuyan sizlerde belkide, hepimiz onun şarkılarını dinleyerek büyüdük. "Arkadaşım Eşşek"'le tempolar tuttuk, birbirimize şakalar yaptık.
Barış Manço'nun tüm şarkılarını "Gül pembe", "Kol düğmeleri","Sarı Çizmeli Mehmet Ağa"... çok seviyorum. Çünkü hepsinde hayat dersi veriyor ve gerçekleri aktarıyor. Kaçımızın ilanı aşıkı sokaktan geçen "dometes, biber, patlıcan" naralarında kaybolmadı ki... Onunda dediği gibi "Tam elini tutmak üzereyken, Aşkımı itiraf edecekken, Sokaktan gelen o sesle yıkıldı dünyam, Domates, biber, patlıcan..."
Bugün bende onu bir kaç satırlada olsa anmak istiyorum. Ve en sevdiğim şarkısının sözlerini ekliyorum;

Ellerimle büyüttüğüm solarken dirilttiğim
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin
Çiçeğimi kopardın sen ellere verdin
Dağlar dağlar Kurban olam yol ver geçem
sevdiğimi son bir olsun yakından görem
Dağlar dağlar
Kurban olam yol ver geçem
sevdiğimi son bir olsun yakından görem
Kuşlar ötmez güller soldu yüce dağlar duman oldu
Belli ki gittiğin yerden kara haber var
Belli ki gittiğin yerden kara haber var
Dağlar dağlar
Kurban olam yol ver geçem
sevdiğimi son bir olsun yakından görem

Thursday, February 2, 2006

Kuşlar


Yazıya şimdi bir şiirle başlıyorum. Akşama doğru vaktim olunca devam edeceğim... İbrahim Sadiy'e ait Kuş Hatıraları:
Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
bahçemizden ishakkuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.

kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.
.......
Belki kırık bir rüya denizi
belki suya düşürdüğümüz suretimizin
cep aynamıza nüktedan bir yansımasıydı herşey.
Herşey Maltepe sigarasının
her arandığında
her bakkalda bulunabilmesi ile
büyüsünü kaybetmişti belki de.

belki de biz bir rüya mı görmüştük?

Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum
Ama rüyalarımızın melekleri
ve sofralarımızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?

Mardin



Dün akşam TV’de seyrettiğim Lütfi Özgünaydın’ın beş yıllık çalışması sonucu hazırlanan Mardin konulu fotoğraf sergisinden ve kitabından etkilenerek bugünün konusu olarak Mardin ilimizi seçtim. Turizm kaynkalarımızı iyi tanıtamadığımızı, değer bilmediğimizi ve iyi kullanmadığımızı düşünüyorum. Bunuda, bu araştırmayı yaparken, birkez daha kanıtladım kendime. Turist çeken ilerimizden birisi olan Mardin hakkında detaylı olarak hazırlanmış birçok ingilizce kaynağa rastlamama rağmen çok iyi hazırlanmış Türkçe web sitesi bulamadım. Buda bana, “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” atasözümüzü hatırlattı. Kuş gribinin kol gezdiği şu günlerde tavuklarımızı, kaz olarak gören komşularımızdan korumalıyız !!! Nedersiniz?



MARDİN

Mardi’nin, MÖ.4500’ kadar uzanan tarihinde, Subari, Hurri, Sümer, Akad, Mitani, Hitit, Asur, İskit, Babil, Pers, Makkadonya,Abgar, Roma, Bizans, Arap, Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi birçok uygarlığı bünyesinde harmanlamış bir ilimiz olduğunu öğrendim.
Çoğu kaynaklarda Mardin’in gerçek adı “Merdin” diye geçiyor. Kendi halkıda böyle kullanıyormuş. Bu ad “Kaleler” anlamına geliyormuş. Şehirde bir çok kalenin varlığı, şehrin bu şekilde isimlendirilmesini sağlamış. Bunlardan bir kaçı: Mardin Kalesi(Kuşlar Yuvası, Kartal Kalesi veya Kartal Yuvası), Eskikale Köyünde bulunan Kalat’ül Mara, Deyrü’zzafaran Manastırının kuzeydoğusundaki Arur Kalesi ve Erdemeşt Kalesi.
Mardinde yapıların tamamı Mezopotamya Ovası’na bakıyormuş. Sokakları daracık ve tek yönlüymüş. Bunları öğrendiğim zaman bu yapıların birinde, Mezopotamya Ovası’nın üzerine vuran kızıl gün batımını izlediğimi ve daracık tek yönlü tarihi sokaklarında yürüdüğümü hayal ettim. Tabiki aşağıdaki şiirinde yardımı olmadı değil…

MARDİN, GÜNEŞİN NABZI

Kınalar yakılmış gökyüzüne ilmik ilmik,
Zılgıt sesleri titrer, hızmalı burunlar delik
Taşlar ruhları akseder özünde nakış...
Heybetli kalesinin hikmetidir Hakk’a yakarış.
Özünde, sözünde mertlik olanların yurdu
Ataların yadigarı ve ulu Artuklu
Kız Kalesi gülümser, çekingen, ürkek ceylani
Zaman ağır ağır işler kum saati misali
Ruhlarda derin bir huzur, doğa mütebessim
Saf tutan halaylarda medeniyetler kol kola
Türküler çeyiz sandığını, bulutları saklar
Ful çiçeklerinde avlu kokar, yıldızlar alevli,
Yakıcı güneşte altın sarısı taşların aksi
Destanların özü yansır sokakların merdivenlerinde,
Güneşin nabzı atar, duraksız sevdalı yüreklerde
Mezopotamya eğilir sadakatle Mardin’in önünde
Diz çöker cömertliğiyle yeşil enginliğinde
Güneş ışığı Nemrut’tan önce Mardin’e uğrar,
Yağmurlar bereketi müjdeler, ağlar, yağar
Musikiye aşina güvercinler takla atar
Uçurtmalarda geleceğin güzelliği, geçmişin emaneti uçar...
Mardin’de yaşam mitolojiyle dans eder,
Ezanlar, çanlarla kardeşçe ve beraber...
Karlar süslemek için işlemelerini can atar.
Çeşmelerinde su tarihle coşkun, misk akar...
Kuyular mahzen, güneş görmemiş define
Ay ışığı güleç yüzlerde gamzeler oyar...
Ne “Gondol’la” ilerlemek, rutubetli Venedik’te
Ne “Kuleler” kenti süslü Paris’te
Benim her şeyim, huzur sokağım, özüm, kaynağım...
Asil memleketimde, MARDİN’de
Sevginin adı gökyüzünde gülbin,
Şirin yüreklerde MARDİN...


“Atatürk, Mardin için Paşa olduğum diyar sözünü sürekli kullanmış. General olduğunun müjdesini Mardinde alan büyük komutan bu olayı bir çok yerde ve zamanda dile getirmiştir.
Mardinliler bir gece önce aralarında Albay olarak gördükleri Mustafa Kemal 'ni ertesi gün pırıl pırıl General apoletleriyle Mustafa Kemal Paşa olarak selamlamışlardır. Hem de 35 yaşında genç, heyecanlı bir paşa olarak.”…
En kısa sürede eşi benzeri olmayan bu ilimizi görmek ve Mezopotamya Ovası’nda gün batımını seyretmek üzere…

About

.
 
google-site-verification: google6264df489a134469.html