Az önce canım çok fena tatlı çekiyordu...Uğraşmakta istemiyordum....Öyle hemen yutulacak birşey olsun istiyordum...Buzdolabında sadece milföy hamuru vardı...Bende hemen bir kareyi aldım... Onu 4 kareye böldüm v tepsiye dizip öylesine fırına attım...20 dk kadar sonra kabarmış karelerim oldu...Birtane muzu dilim dilim kestim...her bir puf karemin içine bir dilim muz, bir kaşık Nutella koydum üstünede pudra şekeri...vaaaallllaaaa.... işte benim canım tatlım... Denerseniz sizede afiyet olsun....yaaammmmmiiii....
skip to main |
skip to sidebar
Sultanahmet'te arabayı park edecek yer arıyordum. Arka sokakların içinde dolanıp durdum. Bu cafe'nin (Java Studio) önünden geçtim. Arabayı park edip burada mutlaka bir kahve içmeliyim dedim. Bu arada çok güzel sokaklar keşfettim. Akşam olduğu için fotoğraflar sonraya...
Java Studio'nun sahibi İngiliz bir bayan. Burası yabancı ve Türk ressamların mekanı... Duvardaki tablolar satılık... Kütüphanesindeki kitapları okuyabiliyorsunuz.
Her masada satranç takımı var. Dilerseniz turnuva bile yapabilirsiniz...
Bu arada İznik Çinisi veya kilimde satın alabilirsiniz... İngiliz bayan çok sıcak kanlı...
Cafe'den çıkınca demir kapıların üzerinde Magnaura Sarayı tabelasını gördüm. Daha önce hiç duymamışım. İçeriye kafa uzattım ve çok üzüldüm...tarihin üzerinde çöp yığınları...
Eve gelince internette araştırdım. Meğersem Satılıkmış...!!! Satılık Bizans yazısından detayları öğrenebilirsiniz.
Pages
Monday, March 31, 2008
Tuesday, March 25, 2008
Monday, March 24, 2008
Balkaya -2.Bölüm
Yol üzerinde gördüğüm tüm köyler ve köylüler çok iyi insanlardı. Minik eller arabaya el sallıyordu... Kızlar kıkırdayarak gülümsüyorlardı. Yaşlı amcalar köy kahvesinde oturmuş kahvelerini yudumluyor, kadınlar her zamanki gibi çalışıyorlardı. Bende bu çalışmanın tam ortasına düştüm. Teyzelerle muhabet etmeye başladım... Muhabetin sonunda yayla yolundan Balkayayaı tarif ettiler ve birde ekmek vererek uğurladılar...Bizde yolumuza koyulduk...Ama sıcak ekmek kucağımı yakıyor, mis kokusu burnumu zorluyor, midem de "ye onu" sesleri çıkarıyordu...:-)
Ekmeğimizi yayladaki bir kayanın üzerine açtık, söylmesi ayıptır yanımızda tulum peyniride vardı....oooohhhhh... kuş sesleri ve çanlar eşliğinde afiyetle 2dk. da mideye indirdik... Yolun geri kalan bölümü artık bizim için çok kolaydı... Balkayaya ulaşmak köyün içinden bir saatimizi aldı... köyün fottoğrafları da yarına kalsın...
Ekmeğimizi yayladaki bir kayanın üzerine açtık, söylmesi ayıptır yanımızda tulum peyniride vardı....oooohhhhh... kuş sesleri ve çanlar eşliğinde afiyetle 2dk. da mideye indirdik... Yolun geri kalan bölümü artık bizim için çok kolaydı... Balkayaya ulaşmak köyün içinden bir saatimizi aldı... köyün fottoğrafları da yarına kalsın...
Ballıkayalar- İlk Bölüm
Pazar sabahı çok erkenden yola çıktık. Rotamız üzerinde Ballıkayalar ve Tepemanayır köyündeki balkaya vardı.
Her iki yerde çok güzeldi. tahminlerimin ötesinde. Özellikle ballıkaya (2.bölümde anlatırım).
Ballıkayalar, tabiat parkı olarak koruma altına alınmış. Yürüyüş parkuru olarak çok zorlu değil. Ama biz bayır (kaya) tırmanışı yaparak bir zoru gerçekleştirdik.
Yazın gidildiğinde nehrin içinde yürüme imkanı olacağından bizim gibi tepelere çıkma derdiniz olmayacaktır.:-)) çalılardan yukarıya tırmanırken epey bir darbe aldım.
haziran ayında kaya tırmanışı şenlikeri yapılıyormuş, bu anteramanla katılırım artık...:-)
Genelde yürüyüş yapmaya gelenler var. Tabiki piknikcileri unutmamak lazım. :-) hava güzel olmadığından sadece bir kaç aile vardı.
Ne yalan söyleyeyim bir ailenin aldığı ekmekleri saydım. Toplam 50 taneydi...!!! Kasanın içersinde getirmişler...
sonuç olarak güzel bir parkur ve yürüyüş için ideal... Yazın tabiki.... Hoş ozamanda çok erken gitmek lazım bu seferde kalabalıktan yürünmez...
Ballıkayalar Vadisi;uzunluğu 1.5 km. genişliği 40-80 m. arasında değişen kanyon görünümlü, dar ve derin kazılmış bir "Boğaz"dır. Vadinin yükseltisi kuzeyde ağız kesiminde 5-10 m. yükseklikte başlayıp, güneyde vadinin sonlarında, 80-100 m. yüksekliklere kadar çıkmaktadır.
Ballıkaya Vadisi ; kuzeyden güneye, Gürgenden adı verilen ve vadi içerisinde "Ballıkaya Dere" adını alan bir akarsu tarafından,yakın jeolojik geçmişte kireçtaşları içerisinde gömülerek açılmıştır. Aynı dere, vadi çıkışından sonra ufak bir göl oluşturup, göl çıkışını takiben Tavşanlıdere adını alarak güneyde Marmara Denizine kavuşur.
Vadiyi enine kesen mikrofaylanmaların vadinin bugünkü görünümü üzerinde etkileri olmuştur. Bu tür etkiler sonucu;vadi tabanında görülen eğim kırıkları, ufak şelaleler, küçük göllenmeler vb. şekiller oluşmuş, vadi yamaçları oldukça dik profiller meydana getirmiş, kuzeyden güneye %5 lik bir eğim kazanmıştır.
Ballıkaya Vadisinin doğu yamaçları batı yamaçlarına oranla daha yatık ve parçalı görünümdedir.
Havzanın hemen hemen tamamına yayılmış maki ve pseudomaki florası ile dere içlerinde kışın yapraklarını döken angyospherm taxonları görülür.
Atmaca, alaca karga, erkemez, hüthüt, tarla kuşu, bülbül kuşu populasyonunu oluşturmaktadır. Çakal, tilki, tavşan, domuz, köstebeğe Tabiat Parkı içerisinde rastlanılmıştır.
Bu özelliğinin korunması ve devamlılığının sağlanması amacıyla 1847 hektarlık bölümü 1995 yılında Tabiat Parkı olarak ayrılmıştır.
Yazı kaynak: T.C. Kültür bakanlığı
Fotoğraflar: Acupofcaffein
Her iki yerde çok güzeldi. tahminlerimin ötesinde. Özellikle ballıkaya (2.bölümde anlatırım).
Ballıkayalar, tabiat parkı olarak koruma altına alınmış. Yürüyüş parkuru olarak çok zorlu değil. Ama biz bayır (kaya) tırmanışı yaparak bir zoru gerçekleştirdik.
Yazın gidildiğinde nehrin içinde yürüme imkanı olacağından bizim gibi tepelere çıkma derdiniz olmayacaktır.:-)) çalılardan yukarıya tırmanırken epey bir darbe aldım.
haziran ayında kaya tırmanışı şenlikeri yapılıyormuş, bu anteramanla katılırım artık...:-)
Genelde yürüyüş yapmaya gelenler var. Tabiki piknikcileri unutmamak lazım. :-) hava güzel olmadığından sadece bir kaç aile vardı.
Ne yalan söyleyeyim bir ailenin aldığı ekmekleri saydım. Toplam 50 taneydi...!!! Kasanın içersinde getirmişler...
sonuç olarak güzel bir parkur ve yürüyüş için ideal... Yazın tabiki.... Hoş ozamanda çok erken gitmek lazım bu seferde kalabalıktan yürünmez...
Ballıkayalar Vadisi;uzunluğu 1.5 km. genişliği 40-80 m. arasında değişen kanyon görünümlü, dar ve derin kazılmış bir "Boğaz"dır. Vadinin yükseltisi kuzeyde ağız kesiminde 5-10 m. yükseklikte başlayıp, güneyde vadinin sonlarında, 80-100 m. yüksekliklere kadar çıkmaktadır.
Ballıkaya Vadisi ; kuzeyden güneye, Gürgenden adı verilen ve vadi içerisinde "Ballıkaya Dere" adını alan bir akarsu tarafından,yakın jeolojik geçmişte kireçtaşları içerisinde gömülerek açılmıştır. Aynı dere, vadi çıkışından sonra ufak bir göl oluşturup, göl çıkışını takiben Tavşanlıdere adını alarak güneyde Marmara Denizine kavuşur.
Vadiyi enine kesen mikrofaylanmaların vadinin bugünkü görünümü üzerinde etkileri olmuştur. Bu tür etkiler sonucu;vadi tabanında görülen eğim kırıkları, ufak şelaleler, küçük göllenmeler vb. şekiller oluşmuş, vadi yamaçları oldukça dik profiller meydana getirmiş, kuzeyden güneye %5 lik bir eğim kazanmıştır.
Ballıkaya Vadisinin doğu yamaçları batı yamaçlarına oranla daha yatık ve parçalı görünümdedir.
Havzanın hemen hemen tamamına yayılmış maki ve pseudomaki florası ile dere içlerinde kışın yapraklarını döken angyospherm taxonları görülür.
Atmaca, alaca karga, erkemez, hüthüt, tarla kuşu, bülbül kuşu populasyonunu oluşturmaktadır. Çakal, tilki, tavşan, domuz, köstebeğe Tabiat Parkı içerisinde rastlanılmıştır.
Bu özelliğinin korunması ve devamlılığının sağlanması amacıyla 1847 hektarlık bölümü 1995 yılında Tabiat Parkı olarak ayrılmıştır.
Yazı kaynak: T.C. Kültür bakanlığı
Fotoğraflar: Acupofcaffein
Saturday, March 22, 2008
Java Studio
Sultanahmet'te arabayı park edecek yer arıyordum. Arka sokakların içinde dolanıp durdum. Bu cafe'nin (Java Studio) önünden geçtim. Arabayı park edip burada mutlaka bir kahve içmeliyim dedim. Bu arada çok güzel sokaklar keşfettim. Akşam olduğu için fotoğraflar sonraya...
Java Studio'nun sahibi İngiliz bir bayan. Burası yabancı ve Türk ressamların mekanı... Duvardaki tablolar satılık... Kütüphanesindeki kitapları okuyabiliyorsunuz.
Her masada satranç takımı var. Dilerseniz turnuva bile yapabilirsiniz...
Bu arada İznik Çinisi veya kilimde satın alabilirsiniz... İngiliz bayan çok sıcak kanlı...
Cafe'den çıkınca demir kapıların üzerinde Magnaura Sarayı tabelasını gördüm. Daha önce hiç duymamışım. İçeriye kafa uzattım ve çok üzüldüm...tarihin üzerinde çöp yığınları...
Eve gelince internette araştırdım. Meğersem Satılıkmış...!!! Satılık Bizans yazısından detayları öğrenebilirsiniz.
Thursday, March 20, 2008
Sandıktan
Yaşamayı en çok istediğim ülke, İtalya...
Geçmiş yazılarıma bakıyordum 2007 de boşluk var... Çünkü kendi adımla blog yazıyordum, virüs olayları + temiz kalbi olmayan insanlar ve sonuç kaybolan yazılar... Neyse sandıktan bunlar çıktı...2007 yeni yıl... Şarkıya gelince bugün İstanbul da yağmmur yağıyor... Açtım turuncu puantiyeli şemsiyemi ve mırıldanmaya başladım bu şarkıyı... hadi hep beraber...:-))
Don Lockwood:
Doo-dloo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo...
I'm singing in the rain
Just singing in the rain
What a glorious feelin'
I'm happy again
I'm laughing at clouds
So dark up above
The sun's in my heart
And I'm ready for love
Let the stormy clouds chase
Everyone from the place
Come on with the rain
I've a smile on my face
I walk down the lane
With a happy refrain
Just singin',
Singin' in the rain
Dancin' in the rain
Dee-ah dee-ah dee-ah
Dee-ah dee-ah dee-ah
I'm happy again!
I'm singin' and dancin' in the rain!
I'm dancin' and singin' in the rain...
[ADDITIONAL VERSE]
Why am I smiling
And why do I sing?
Why does September
Seem sunny as spring?
Why do I get up
Each morning and start?
Happy and head up
With joy in my heart
Why is each new task
A trifle to do?
Because I am living
A life full of you.
Geçmiş yazılarıma bakıyordum 2007 de boşluk var... Çünkü kendi adımla blog yazıyordum, virüs olayları + temiz kalbi olmayan insanlar ve sonuç kaybolan yazılar... Neyse sandıktan bunlar çıktı...2007 yeni yıl... Şarkıya gelince bugün İstanbul da yağmmur yağıyor... Açtım turuncu puantiyeli şemsiyemi ve mırıldanmaya başladım bu şarkıyı... hadi hep beraber...:-))
Don Lockwood:
Doo-dloo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo
Doo-dloo-doo-doo-doo-doo...
I'm singing in the rain
Just singing in the rain
What a glorious feelin'
I'm happy again
I'm laughing at clouds
So dark up above
The sun's in my heart
And I'm ready for love
Let the stormy clouds chase
Everyone from the place
Come on with the rain
I've a smile on my face
I walk down the lane
With a happy refrain
Just singin',
Singin' in the rain
Dancin' in the rain
Dee-ah dee-ah dee-ah
Dee-ah dee-ah dee-ah
I'm happy again!
I'm singin' and dancin' in the rain!
I'm dancin' and singin' in the rain...
[ADDITIONAL VERSE]
Why am I smiling
And why do I sing?
Why does September
Seem sunny as spring?
Why do I get up
Each morning and start?
Happy and head up
With joy in my heart
Why is each new task
A trifle to do?
Because I am living
A life full of you.
Labels:
geziyorum,
ondan bundan birazda benden
Wednesday, March 19, 2008
LALELER...
Tuesday, March 18, 2008
anadolu kavağı-polonezköy
Anadolu Kavağı...
Anadolu Kavağında bir kuklacı var, hiç açık rastlayamadım...Vitrinini çektim. Belki siz gittiğinizde açık bulursunuz...Benim içinde bir kukla alırsnız...
Polonezköy....
Polonezköy de bir kültür evi var. Bahçesinde de bu heykeller... eski yazılarıımı bulayım link veririm... bu yeşil alanlar son demlerini yaşıyor...
Avrupalılar bize BETONA TAPANLAR diyorlar...Gerçekten de çok haklılar. Bir yer biraz ilgi görrdümü 10 katlı beton yığınlarını dikiyoruz... Burada da gördüğünüz beyaz ev gibi Ponlonyalılara ait evler vardı... O kadar çirkin bir otel yapılmış ki...
Çoğu İstanbullu için, yalnızca hafta sonunu geçirdikleri bir sayfiye yeri olan Polonezköy, 164 yıllık tarihinde, Polonya'dan Türkiye'ye uzanan pek çok ilginç öyküyü barındırıyor.
Polonezköy'de yaşayan Polonya kökenliler dinsel törenlerini düzenli olarak yapıyorlar. Onlardan biri olan "İlk Komünyon" töreni için İstanbul Katolik Ruhani Lideri Piskopos Lui Pelatr tören giysilerini giymiş, kiliseye doğru ilerliyor. Polonezköy'ün belgelenmiş tarihi Zosia Ryzy'nin Anı Evi'nde sergileniyor. Evin duvarlarındaki fotoğraflardan biri: 28 Kasım 1914. Leon Cianciara ve Jadwiga Dochoda'nın nikâhı. Her yıl Haziran ayında düzenlenen Kiraz Festivali, Polonya'dan gelen konukların da katılımıyla gerçekleşiyor.
Tüm Polonezköylüleri içeren bir öykü anlatsaydım, ilk tümcem şu olurdu: "Bu köyü Türkiye'de yuva yapan yaralı bir Polonya kartalının çocukları kurdu". Ne çok film senaryosu çıkar bu köyün geçmişinden, diye düşünürüm Polonezköy'de dolaşırken. Tatil günlerinde İstanbul'un Beykoz ilçesindeki bu köye akın eden, çimenlere uzanıp gazesini okuyan, mangal başında karnını doyuran, hamaklarda şekerleme yapan insanların burayı yalnızca bir sayfiye yeri olarak görmelerinden rahatsız olurum. Onlar Zosia Teyze'nin Anı Evi'ne girip çıktıktan sonra, diğer öykülerin peşine pek düşmezler...
Bu öykülerden birinin kahramanı olan Prens Czartoryski'nin adına ilk kez Sultanahmet'teki Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde rastladım. Yıllar önceydi. 808 envanter nolu, krem rengi zeminli, çiçekler ve Çin bulutlarıyla süslü, hatayilerden oluşan bordürleri olan bir ipek halının önündeydim. Şöyle bir yazı vardı altında: "Safevi hükümdarı Şah Abbas Dönemi'nde ipek ile altın ve gümüş iplik karıştırılarak dokunan halılar ortaya çıkmıştır. Batı hükümdarlarına hediye olarak gönderilen halılar, aynı zamanda sipariş üzerine Avrupa hanedan ailelerinin armaları yer alacak şekilde de dokunmuşlardır. Polonya soylularının amblemlerini taşıyan halıların çokluğu, öte yandan 1878 Paris Dünya sergisinde teşhir edilen ve Polonyalı Prens Czartoryski'ye ait olan halı, bu halıların Polonya'da dokunduğu düşüncesini doğurmuş ve ‘Polonez Halıları' teriminin doğmasına neden olmuştur".
Prens Czartoryski ülkesi Polonya'dan çok uzakta, İstanbul'da, baharda yemyeşil dev halıları andıran çayırların üzerindeki bir köyün, Polonezköy'ün doğmasına da neden oldu. Aslında Polonezköy'ün öyküsünün başlangıcını, 1772'de yapılan bir antlaşmaya bağlamak yanlış olmaz; çünkü masadan kalkan Avusturya, Rusya ve Prusya temsilcileri o gün Polonya'yı haritadan siliyorlardı. Leh halkı ise özgürlüğünü yeniden kazanmak için bir var olma savaşına girecekti. Bu mücadelenin önemli simgelerinden biri olan Prens Czartoryski, bir sürgün olarak yaşadığı Paris'te, 1833 Şubatı'nda bir Türkle, Namık Paşa ile el sıkıştı. Osmanlılar ve Polonyalılar o günden sonra, o dönemdeki ortak düşmanları olan Çarlık Rusyası'na karşı güç birliği yapacaklardı.
1855'te İstanbul'da koleradan ölen ve bu kentteki müze evi 2005'te yeniden düzenlenerek açılan Polonya'nın ulusal şairi Adam Mickiewicz'in yazdıkları bu dostluğun bir özeti: "Polonya'nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkleri düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya'nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz".
Polonyalılar özgürlükleri için 18301831'de Ruslara karşı ayaklandı. Bir kez daha yenilgiye uğradılar ve ağır bedeller ödediler. Çarlık Rusyası, işgal ettiği Leh topraklarından askere aldığı erkekleri, Kafkasya'da Çerkezlere karşı zorla cepheye sürdü. Ülkeleri işgal altında olan Lehler, trajik biçimde, kendilerini hiçbir bağlarının olmadığı bir savaşın içinde buldular. Bir bölümü cephede öldü. Savaşmak istemeyenler askeri mahkemelere, idam mangalarının önüne çıkarıldı. Çerkezlere teslim olanlar ise, işkence gördü ve esir pazarlarında satıldı. En şanslıları, kaçarak Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına geçebilenler oldu. İşte, Prens Czartoryski 1840'lı yılların başında İstanbul'da "Şark Ajansı"nı kurduğunda Osmanlı sınırları içindeki bu Polonyalıları da bir araya toplamayı planlıyordu. Ajansın başına geçen Michal Czaykowski, 3 Mart 1842'de, Lazaryen rahiplere ait toprakların bir kısmını bir Leh köyü kurmak üzere kiraladı. Orman ve çalılarla kaplı bu araziye yerleşen koloni, kurucusu Prens Adam Czartoryski'nin adıyla, Polonya'nın ilk hecesini birleştirdi ve köy "Adampol" adını aldı.
--------------------------------------
National Geographic (Haziran 2006)
Yazı: Akgün Akova
Anadolu Kavağında bir kuklacı var, hiç açık rastlayamadım...Vitrinini çektim. Belki siz gittiğinizde açık bulursunuz...Benim içinde bir kukla alırsnız...
Polonezköy....
Polonezköy de bir kültür evi var. Bahçesinde de bu heykeller... eski yazılarıımı bulayım link veririm... bu yeşil alanlar son demlerini yaşıyor...
Avrupalılar bize BETONA TAPANLAR diyorlar...Gerçekten de çok haklılar. Bir yer biraz ilgi görrdümü 10 katlı beton yığınlarını dikiyoruz... Burada da gördüğünüz beyaz ev gibi Ponlonyalılara ait evler vardı... O kadar çirkin bir otel yapılmış ki...
Çoğu İstanbullu için, yalnızca hafta sonunu geçirdikleri bir sayfiye yeri olan Polonezköy, 164 yıllık tarihinde, Polonya'dan Türkiye'ye uzanan pek çok ilginç öyküyü barındırıyor.
Polonezköy'de yaşayan Polonya kökenliler dinsel törenlerini düzenli olarak yapıyorlar. Onlardan biri olan "İlk Komünyon" töreni için İstanbul Katolik Ruhani Lideri Piskopos Lui Pelatr tören giysilerini giymiş, kiliseye doğru ilerliyor. Polonezköy'ün belgelenmiş tarihi Zosia Ryzy'nin Anı Evi'nde sergileniyor. Evin duvarlarındaki fotoğraflardan biri: 28 Kasım 1914. Leon Cianciara ve Jadwiga Dochoda'nın nikâhı. Her yıl Haziran ayında düzenlenen Kiraz Festivali, Polonya'dan gelen konukların da katılımıyla gerçekleşiyor.
Tüm Polonezköylüleri içeren bir öykü anlatsaydım, ilk tümcem şu olurdu: "Bu köyü Türkiye'de yuva yapan yaralı bir Polonya kartalının çocukları kurdu". Ne çok film senaryosu çıkar bu köyün geçmişinden, diye düşünürüm Polonezköy'de dolaşırken. Tatil günlerinde İstanbul'un Beykoz ilçesindeki bu köye akın eden, çimenlere uzanıp gazesini okuyan, mangal başında karnını doyuran, hamaklarda şekerleme yapan insanların burayı yalnızca bir sayfiye yeri olarak görmelerinden rahatsız olurum. Onlar Zosia Teyze'nin Anı Evi'ne girip çıktıktan sonra, diğer öykülerin peşine pek düşmezler...
Bu öykülerden birinin kahramanı olan Prens Czartoryski'nin adına ilk kez Sultanahmet'teki Türk ve İslam Eserleri Müzesi'nde rastladım. Yıllar önceydi. 808 envanter nolu, krem rengi zeminli, çiçekler ve Çin bulutlarıyla süslü, hatayilerden oluşan bordürleri olan bir ipek halının önündeydim. Şöyle bir yazı vardı altında: "Safevi hükümdarı Şah Abbas Dönemi'nde ipek ile altın ve gümüş iplik karıştırılarak dokunan halılar ortaya çıkmıştır. Batı hükümdarlarına hediye olarak gönderilen halılar, aynı zamanda sipariş üzerine Avrupa hanedan ailelerinin armaları yer alacak şekilde de dokunmuşlardır. Polonya soylularının amblemlerini taşıyan halıların çokluğu, öte yandan 1878 Paris Dünya sergisinde teşhir edilen ve Polonyalı Prens Czartoryski'ye ait olan halı, bu halıların Polonya'da dokunduğu düşüncesini doğurmuş ve ‘Polonez Halıları' teriminin doğmasına neden olmuştur".
Prens Czartoryski ülkesi Polonya'dan çok uzakta, İstanbul'da, baharda yemyeşil dev halıları andıran çayırların üzerindeki bir köyün, Polonezköy'ün doğmasına da neden oldu. Aslında Polonezköy'ün öyküsünün başlangıcını, 1772'de yapılan bir antlaşmaya bağlamak yanlış olmaz; çünkü masadan kalkan Avusturya, Rusya ve Prusya temsilcileri o gün Polonya'yı haritadan siliyorlardı. Leh halkı ise özgürlüğünü yeniden kazanmak için bir var olma savaşına girecekti. Bu mücadelenin önemli simgelerinden biri olan Prens Czartoryski, bir sürgün olarak yaşadığı Paris'te, 1833 Şubatı'nda bir Türkle, Namık Paşa ile el sıkıştı. Osmanlılar ve Polonyalılar o günden sonra, o dönemdeki ortak düşmanları olan Çarlık Rusyası'na karşı güç birliği yapacaklardı.
1855'te İstanbul'da koleradan ölen ve bu kentteki müze evi 2005'te yeniden düzenlenerek açılan Polonya'nın ulusal şairi Adam Mickiewicz'in yazdıkları bu dostluğun bir özeti: "Polonya'nın, komşu düşmanlar tarafından ezilmesine hiçbir devletin ses çıkarmadığı günlerde, tek dostumuz Türkler olmuştur. Biz Türkleri düşmanımızın önünde eğilmediği ve Polonya'nın işgalini kabul etmediği için, üstün bir millet olarak severiz".
Polonyalılar özgürlükleri için 18301831'de Ruslara karşı ayaklandı. Bir kez daha yenilgiye uğradılar ve ağır bedeller ödediler. Çarlık Rusyası, işgal ettiği Leh topraklarından askere aldığı erkekleri, Kafkasya'da Çerkezlere karşı zorla cepheye sürdü. Ülkeleri işgal altında olan Lehler, trajik biçimde, kendilerini hiçbir bağlarının olmadığı bir savaşın içinde buldular. Bir bölümü cephede öldü. Savaşmak istemeyenler askeri mahkemelere, idam mangalarının önüne çıkarıldı. Çerkezlere teslim olanlar ise, işkence gördü ve esir pazarlarında satıldı. En şanslıları, kaçarak Osmanlı İmparatorluğu sınırlarına geçebilenler oldu. İşte, Prens Czartoryski 1840'lı yılların başında İstanbul'da "Şark Ajansı"nı kurduğunda Osmanlı sınırları içindeki bu Polonyalıları da bir araya toplamayı planlıyordu. Ajansın başına geçen Michal Czaykowski, 3 Mart 1842'de, Lazaryen rahiplere ait toprakların bir kısmını bir Leh köyü kurmak üzere kiraladı. Orman ve çalılarla kaplı bu araziye yerleşen koloni, kurucusu Prens Adam Czartoryski'nin adıyla, Polonya'nın ilk hecesini birleştirdi ve köy "Adampol" adını aldı.
--------------------------------------
National Geographic (Haziran 2006)
Yazı: Akgün Akova
Monday, March 17, 2008
Annadolu Feneri-Anadoluğu Kavağı-Polonezköy
Bu hafta sonu trio yaptık... Anadolu Feneri, Anadolu Kavağı, Polonezköy... Üçünüde bir Pazar gününe sığdırdık...Tarihi tam olarak hatırlamıyorum ama sanııyorum iki ay öncede Anadolu Kavağındaydık... Hava çok güzeldi. Güneşi gören turistler kısa kollularla dolaşıyorlardı. Yabancı Turist sayısının fazlalığı beni pek sevindirdi nedense... :-) Genel olarak Fransızlar ve Amerikalılar ağırlıktaydı... Aşağıdaki fotoğrafların tamamı Anadolu Fenerine ait. Burada yemek yemeyi planlıyorsanız eğer Kaptan Köşkünü öneririm, hemen Caminin yanında merdivenlerle iniliyor...Manzarasına doyum olmuyor, yaz gelmediğinden çardadkları yoktu...
Fenerin etrafı ve sokakları çok güzeldi...19 numara... Yaşlı bir teyze gülümseyerek beyaz kapının dışına çıktı. Belliki yanlızlıktan sıkılmıştı. Gülümseyerek hoşgeldiniz, nasılsınız dedi...
Yazılar sırasıyla devamı edecek....
Köye adını veren fener ilk olarak 1834 yılında kurulmuş. 1858 de Fransızlar tarafından karşı sahildeki Rumeli feneriyle beraber kule kısmı yapılarak işletilmeye başlanmış. 1933'de Fransızlara verilen 100 senelik işletme imtiyazı iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiş.. Anadolu feneri orijinal halini koruyan nadir fenerlerden biri. Bir tek fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiş. Denizden 75 m yükseklikteki fener, saniyede bir beyaz ışık veriyor, 18 saniye bekliyor.
Fenni isimli bir şairin Sevahilname adlı eserinde yer alan 63 beyitlik bir şiir,Boğaziçindeki tüm köy ve mevkileri birer beyitle anlatmaktadır.İşte Anadolu feneri için 1720lerde yazılmış şiir;
"Meyl idüp şem-i izari içün ol simbere
Düştü pervane-i dil şimdi fenerden fenere"
Bugünkü dille
"Meyletti yanağından ışık saçan gümüş göğüslü yare
Gönül kelebeği uçup kondu şimdi fenerden fenere"
Kaynak:Anadolu feneri"Tarihten gelen ışık" ALİ SOYSAL Denizler Kitapevi Kaynak:Anadolufeneeri.net
Fenerin etrafı ve sokakları çok güzeldi...19 numara... Yaşlı bir teyze gülümseyerek beyaz kapının dışına çıktı. Belliki yanlızlıktan sıkılmıştı. Gülümseyerek hoşgeldiniz, nasılsınız dedi...
Yazılar sırasıyla devamı edecek....
Köye adını veren fener ilk olarak 1834 yılında kurulmuş. 1858 de Fransızlar tarafından karşı sahildeki Rumeli feneriyle beraber kule kısmı yapılarak işletilmeye başlanmış. 1933'de Fransızlara verilen 100 senelik işletme imtiyazı iptal edilmiş ve tamamen Türklere geçmiş.. Anadolu feneri orijinal halini koruyan nadir fenerlerden biri. Bir tek fenerin kristalini döndüren motor ve ampul sonradan eklenmiş. Denizden 75 m yükseklikteki fener, saniyede bir beyaz ışık veriyor, 18 saniye bekliyor.
Fenni isimli bir şairin Sevahilname adlı eserinde yer alan 63 beyitlik bir şiir,Boğaziçindeki tüm köy ve mevkileri birer beyitle anlatmaktadır.İşte Anadolu feneri için 1720lerde yazılmış şiir;
"Meyl idüp şem-i izari içün ol simbere
Düştü pervane-i dil şimdi fenerden fenere"
Bugünkü dille
"Meyletti yanağından ışık saçan gümüş göğüslü yare
Gönül kelebeği uçup kondu şimdi fenerden fenere"
Kaynak:Anadolu feneri"Tarihten gelen ışık" ALİ SOYSAL Denizler Kitapevi Kaynak:Anadolufeneeri.net
About
.
Search This Blog
About Me
Translate
Popular Posts
-
Kız kulesi ve haakkındaki efsaneler: Kızkulesi'nin ulaşılmazlığı nedeniyle, insanlar onun içinde yaşanılanlar hakkında çok fazla bil...
-
Bugün, sizlere iş yerimin bulunduğu Kurtuluş semtini anlatmak istiyorum. Aralık ayının başından itibaren caddeyi gören odamınkarşısındaki ...
-
Dün biraz bahs ettmiştim... Atrium yolunda çektiğim fotoğraflardan... Bugün Zeynep'in sayfasında bahar dalı fotoğrafı gördüm...Çok güze...
-
19 Mayıs tatil olunca bizede uzun haftasonu tatili yapmak kaldı. Hemen plan yapıldı. Bozcaada da bir bağevi ayarlandı, dönüş yolunda ...
-
Istanbulda yarim santim kar yagdi herkes felegini sasirdi... Eski kayitlarima baktim 2006' 2010 yillarinda kar yagmis...Allahtan cok sey...
-
Bektaşağa göleti bir mesire yeri. Araya Sinop hapishanesini ekledim ama öncesinde Bektaşağa göletinde nefis bir kahvaltı yaptık. Göletin et...
-
Kapı, pencere çekmeyi pek seviyorum. Bozcaada da bunun için çok uygundu. Eski Rum mahallesinde kendimi pek bir kaybettim Japon turistler gib...
-
Düğün törenim tam istediğim gibiydi. Ailem, dostlarım ve arkadaşlarımla tam planladığım gibi gerçekleşti. Ahmet Altan geçen günkü bir yazısn...
-
Dünkü gezi sırasında çok değişik kuşlar gördük. Ama ibibik kuşunu görür görmez neden daha güzel bir fotoğraf makinam yok ki dedim.Yerden h...
Yasal Uyarı
Fotoğrafların korunması konusu, Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu (FSEK) m.84′de düzenlenmiştir. "Bir işareti, resim veya sesi, bunları nakle yarıyan bir alet üzerine tesbit eden veya ticari maksatlarla haklı olarak çoğaltan yahut yayan kimse, aynı işaretin, resmin veya sesin 3 üncü bir kişi tarafından aynı vasıtadan faydalanılmak suretiyle çoğaltılmasını veya yayımlanmasını menedebilir.
Fotoğrafların telif hakkı acupofcaffeine aittir. İzinsiz kullanımı durumunda her türlü yasal yola başvurulacaktır.
Blog Archive
geziyorum
Labels
- adalar (34)
- adana (1)
- akyaka (1)
- alaçatı (7)
- almanya (2)
- Amsterdam-Belçika (3)
- ankara (3)
- antakya (1)
- Antalya (10)
- assos (1)
- avusturya (9)
- ayvalık (4)
- baden baden (1)
- bafa gölü (2)
- batum (2)
- bodrum (1)
- bolu (2)
- bozcaada (3)
- bulgaristan (1)
- bursa (12)
- çatalca (7)
- çeşme (2)
- chios (4)
- Çıralı (5)
- colmar (1)
- cumalıkızık (1)
- cunda (5)
- dalyan (1)
- datça (7)
- doğu karadeniz (4)
- efes (1)
- eqisheim (1)
- fethiye (4)
- foça (3)
- Fransa (21)
- geziyorum (486)
- göcek (2)
- Gökçeada (6)
- gölyazı (2)
- greece (4)
- hiç. (1)
- iğneada (4)
- ispanya (11)
- ist (1)
- İstanbul (152)
- İstek-hikaye (2)
- italya (22)
- izmir (2)
- iznik (4)
- kapadokya (12)
- karadeniz (6)
- karagöl (1)
- kıbrıs (6)
- ku (1)
- kutlama (1)
- lavanta (1)
- likya yolu (5)
- linklerim (2)
- manyas (1)
- manyas kus cenneti (4)
- marmaris (1)
- okuyalım öğrenelim (27)
- ondan bundan birazda benden (351)
- pamukkale (1)
- polonezköy (3)
- Prag (3)
- romanya (1)
- safranbolu (3)
- sanatsal etkinliklerim (51)
- sapanca (1)
- Semtler (58)
- side (4)
- sinop (6)
- şirince (1)
- sofya (1)
- taraklı (2)
- tasarım (3)
- türkiye (181)
- uçmakdere (1)
- Ukrayna (9)
- urla (1)
- yalova (1)
- yaşam (14)
- yeme içme (1)
- yemeklerim (13)
- yunanistan (10)
sevdiklerim
mutfaktan nefis kokular geliyor
Yeni Eklenenler
Search this blog
Followers
Powered by Blogger.
Copyright (c) 2010 A CUP OF CAFFEINE. Design by WPThemes Expert
Blogger Templates, Grocery Coupons and Daily Fantasy Sports.