Friday, March 31, 2006

Güneş Tutulması ile İlgili Efsaneler

Güneş tutulması ile ilgili efsaneleri merak ediyordum, internetde şöyle bir gezindim ve ilginç yazılar okudum. Bunlardan birtanesinide aynen aktarıyorum.

TÜRK MİTOLOJİSİ TÜRKLERE GÖRE UZAY ve İNSAN GÜNEŞ AY VE YILDIZLAR

GÜNEŞ Türk mitolojisinde güneş, önceleri daha büyük bir öneme sahipti. M.S. 763 de Uygurlar Mani mezhebini kabul edince, yavaş yavaş Ayda büyük bir önem kazanmağa başlamıştı. Bununla beraber Büyük Hun Devleti zamanında hem güneşe, hem de aya, ayrı ayrı saygı gösterildikten sonra, kurbanlar kesildiğini de biliyoruz. Türklerde güneş doğunun, ay da batının sembolü idiler. Tabiî olarak zaman zaman, bütün bu düşünce düzenleri değişe durmuşlardı. Meselâ, Teleüt Türklerine ait bir efsane de, Ay kuzeyin ve güneş de, güneyin sembolü idiler. Bu yönleme, göğün en üst katında duran Gök kartalının duruşuna göre yapılmıştı. Söylendiğine göre, Bu kartalın sol kanadı ayı, sağ kanadı da güneşi örtüyordu. Bu duruma göre kartalın başının doğuya bakması gerekiyordu. Bu duruş da, Türk mitolojisine uygun bir yönleme idi. Yine aynı efsaneye göre ay, karanlıklar ve geceler diyarı olan kuzeyin; güneş de aydınlığın hüküm sürdüğü ve gündüzler diyarı olan güneyin sembolü idiler. Fakat eski Türklerde, Güneş doğunun sembolü idi. Onlara göre güneşin doğduğu yön, çok önemli idi. Esasen yönlerin söylenişinde kullanılan deyimler de hep güneşle ilgili idiler. Meselâ Gün batısı Gün doğusu gibi. Göktürkler, yönlerini tayin ederlerken, yüzlerini doğuya, yani güneşin doğduğu yöne dönerlerdi. Bunun için de doğuya İlgerü, yani İleri demişlerdi. Oğuz Destanında da, sabaha, tan ağırmasına ve gün çıkmasına büyük bir önem verilmişti. Bütün hayat, o gün ve güneşle başlıyordu. Güneş battıktan sonra ise, her şey duruyordu. Böyle bir anlayış, atlı Türkler ve savaş düzeninde yaşayan kavimler için, normal görülmelidir. Altay bölgesinde yaşayan Türk Şamanlarının kapıları da, daima doğuya açılıyordu. Halbuki normal olarak Türk halkları, güneş görebilmeleri için, kapılarını güneye açarlardı. Görülüyor ki, dinî ve manevî bir görevi olan Şaman, bu umumî kaideyi bozuyor ve eski din düzenine uyuyordu. Gerek Yakut Türklerinde ve gerekse Altay yaratılış destanlarında, Cennet ile hayat ağacı da doğu bölgelerinde bulunuyorlardı. Türklerde genel olarak, Güneş-Ana ve Ay-Baba deyimleri kullanılıyordu. Bu sebeple bütün masal ve efsanelerde, güneşin dişi ve ayın de erkek olarak rol oynadığını görüyoruz. Önasya kültürlerinde de, güneş dişi ve ay da erkekti. Tabiî olarak karşılıklı tesirlerin ne zaman meydana geldiğini kestirmek çok güçtür. Mısırdaki Türklerin menşei ile ilgili olarak anlatılan efsanede de, Güneş, Saratan burcuna girdiği bir sırada, suyu ve toprağı ısıtmağa başlıyor. Bu sular ile balçıklar bir mağarada toplanıyorlar ve mağara da, onlara bir ana rahmi vazifesi görüyor. Bu balçıklardan meydana gelen Türklerin ilk atası da, Ay-Ata adını alıyor. Burada da güneş, yine anne rolünü oynar gibidir. Fakat baba ortada yoktur. Yakut Türkleri, ay ile güneşi iki ayrılmaz kardeş gibi kabul ediyorlardı. Onlara göre Güneş Tanrısı (Kün-Toyon) daha önemli idi. Yakut efsanelerinde, Ay ile güneşin aralarında kavga ettiklerini de görüyoruz. Büyük kahramanlar ve iyi insanlar, genel olarak ay ile güneşin himayesinde idiler. Kötü ruhlar ise onlarla, süresiz olarak savaş halinde idiler. Bu kötü ruhların bazan, güneşi kovalayıp yakaladıkları da oluyordu. Güneş tutulması olayı, böyle kötü ruhların güneşi mağlûp edip de, ele geçirdikleri zaman meydana geliyordu. Yakutlar, ay ve güneş bayramını da ilkbaharda yaparlardı. Altay Türklerine göre, Büyük Tanrı Ülgen, ay ile güneşe dokunan bir dağda otururdu. (Bazı hikayelere göre ise) Tanrı Ülgen, ay ile güneşin daha da ötelerinde idi. onun tahtı, çok uzaklardaki yıldızlar üzerinde kurulmuştu. Esasen, ay ve güneşi yaratan da, yine Tanrı Ülgen idi. (Altay Türklerine göre), güneşin kırıntılarından meydana gelmiş ve insanlara daima iyilik getiren, bir Tanrı da vardı. Bu Tanrının adı, Suyla idi. Bu Tanrı insanları daima korur ve onların, gök altında rahat ve huzur içinde yaşamalarını sağlardı.
Kaynak: http://www.odevsitesi.com/odevler/arsiv1/697-turk-mitolojisi-turklere-gore-uzay-ve-insan-gunes-ay-ve-yildizlar.htm

Diğer efsaneler ise;

Güneş tutulması çeşitli kültürlerde farklı biçimlerde açıklanmaya çalışılmıştır. Çin'de ejderhanın güneşi yemesi olarak düşünülmüş, Mısır'da kötü kalpli yılanın güneş tanrısı Ra ile kavgası olarak açıklanmıştır. Vietnam'da bir kurbağanın marifeti olduğuna inanılan bu duruma, Güney Amerika'da kara bir jaguarın, İskandinavya'da ise bir kurdun neden olduğu düşünülmüştür. Kızılderililerde Ay ile Güneşin savaşı olarak tanımlanan güneş tutulmasında Mezopotamyalılar meşaleler yakarak güneşi tekrar parlatmaya çalışmışlardır.

Ben ve arkadaşlarım arasında yaşanan efsaneler,

1. adam; elinde akciğer röntgeni güneş tutulmasını seyrediyor,
2. adam; abi ya iyi görünüyor mu?
3. adam; heeeeeeeeee vallahhhhhhhh iyi görünüyor....


Kanadalı prof.

1. adam; tutulmanın %97'lik görünümü ile %100'lük görünümü arasında ne fark var,
Kanadalı Prof; %97'lik bölüm, hoş bir bayanı yanağından öpmeye benzer, %100'lük görünüm ise, ÇOOOOKKK HOOOŞŞŞŞ bir bayanla tüm geceyi birlikte geçirmeye benzer.... :-))

benden güneş tutlması efsaneleri bukadar... dün akşam İstinyede, balık rakı olayı yaptığım için henüz kendime gelmiş değilim... :-))

İstinye'de Tost-Tarabya'da Balık


Yola sinemaya gitmek için çıkmıştık, kendimizi Tarabyada balık, rakı olayının içinde bulduk. Olaylar nasıl gelişti...
Geçen Pazar günü hava çok güzeldi, anneme dedim ki Pazar keyfi yapalım, İstinye’deki çay bahçesine gidelim. İstanbul’un en güzel köşelerinden birisidir bu çay bahçesi.
Mavi denizin hemen yanıbaşındaki çay bahçesinin yeşil plastik sandalyelerinde oturursunuz, motor ve vapur dalgalarının kıyıya vurmasıyla havalanan beyaz köpükleri sizi düşlerinizden uyandırır hafifçe irkilirsiniz ama sonra kıyıya çarpan dalga sesleriyle yine düşelere dalarsınız...
Denizin hemen kenarındaki masaya kurulduk, gazetlerimizi açtık, çayımızı ve kaşarlı tostumuzu sipariş ettik, annem hemen bulmaca olayına girdi, bende yüzümü güneşe dönerek, boğazı ve gemileri seyretmeye başladım. Öyle bir manzaraki tüm boğaz, Fatih Sultan Mehmet köprüsü, Anadolu hisarı hepsi neredeyse kucağınızda...Bir çay, iki çay, üç çay derken sade Türk kahvesi ile 4 saatlik boğaz keyifimizi noktalandırdık.


Dün akşamda filmlere baktık Demet arkadaşımla... hiç seyre değer bir şey ilişmedi gözümüze, bende dedim ki, “İstinye’ye gidelim, birde gece manzarasını seyredelim...” Güzel bir akşam trafiğinin ardından İstinye’ye vardık. BP’nin yanındaki sokaktan hemen yukarı daldım araba için en uygun park yeri. Sokağın tam ortası koca gövdeli ve bol yapraklı ağaçlarla ikiye bölünüyor ve tepeden ışıl ışıl görünen İstanbul. Eeee, tabiki ben aşağıda manzarıyı seyrederken arabamda bundan eksik kalmasın istiyorum!!!
Neyazık ki yaz sezonu olmadığı için erken kapatıyorlarmış, çaylarıda bitmiş, “biz size bir kaşarlı tost birde ayran verelim, hesabıda alalım, kapatılım burayı, sizde keyfinize bakın, bekçimizde burada nasılsa”... Olur dedik.

Lacivertimsi maviliğin içinde ışıldıyan boğaz bir kez daha karşımızdaydı. Hemen yanıbaşımızdaki fener gemilere yol gösteriyordu. Demetle baktık birbirimize bu tost olayı bizi kesmeyecek dedik. Balık, kalamar lazım bize... Nede olsa ikimizde diyetdeyiz, bir buçuk aylık yemekle mücadelemizi sadece 2 -3 kg vererek sürdürüyoruz, dayanılmaz baskıların altındayız...Ödül lazım bize... sanki geçen hafta ödül vermemişiz gibi.. hemen mekan aramasına giriştik. Bir arkadaşımızı aradık. Tarabya’da “Cundalıya” gidin dedi. Tamam dedik, nede olsa yeni yerler keşfetmek istiyoruz. Hoş Yeniköydeki balıkçı teknesi fikri daha cazip geliyordu ama içimizdeki keşif duygusunu yok edemedik. Yolu Tarabya’ya çevirdik. Garson ne içersiniz dedi. Araba kullanacağım için, bir kadeh şarabı uygun görmüştüm kendime. Demet balık rakısız olmaz dedi. Yanlız mı bırakayım şimdi onu... Peki bir duble sadece... İçkimi sulandırmayı hiç sevmem. Su olmasın lütfen dedim. Rakı geldi buz kovasıda, rakı soğuk olunca genelde içine buzda koymam. Baktım sıcak buz atayım dedim. Garson elime dokunarak pardon keyfinizi bozmayın dedi. Bana Keyif çanağı getirdi. Bakırdan yapılmış özel bir çanak. İçi buz rakı bardağınıda tam ortasına koyabilmeniz için özel bir bölümü var. Aman aman dedim...
Neyse salata, kalamar, karides tereyağında olsun, levreğide ızgara yaparsanız bizim için yeterli olur dedik.
Söylenenler yapıldı. Ne yazık ki çok lezzetli değildi. Yine derin konular üzerinde konuşmalar yaparak yemeğimizi tamamladık. Rest.’a 5 üzerinden 2 vererek ayrılırken, dedik ki şu keşif olayını çok sık tekrarlamayalım. Nerede boncuktaki o kocaman kalamar halkaları, karşılaştırılmaz bile Cundalının dondurulmuş kalamar kızartmasıyla...
Boğazın kıyısında aheste aheste ilerlerken, bir film ekibi, ışıklar kameralar vs... derken Kuruçeşmenin orada bir film ekibi daha ... eeeeeeeeee.. TV’miz dizi çöplüğüne dönüştüğüne göre bu görüntü az bile dedik...Sonra Maçka yokuşunu çıkarken bu seferde İTU’nün kampüsünden dışarıya tuvaletleriyle salına salına çıkan bayanları kapıları açılmış lüks arabalarına binirken gördük.
Vay be dedik, ne artistik bir gece oldu...!!!

Thursday, March 30, 2006

Bahar Linki


Günün Sözü
Bir şey çirkinse gerçekten onu görmüyorsunuzdur. Henri Matisse

Aslında bugün çok işim var ve pek yazmayı düşünmüyordum. Aktarmak istediğim Tarlabaşı ve Beyoğlu Bölümlerimin sonuncusu (3.bölüm) var ancak ilerki zamanlarda diyorum.
Bugün Demet arakadaşımın bana e-mail ile gönderdiği bir link var, baktım konusuda pek bir bahar ayına uygun!!! Hazır ağaçlar çiçek açmışken, kuşlar ötüşüyorken, içiniz kıpır kıpır oluyorken, yaz geldi sokağa çıkmak lazım şarkısını söylüyorken, cafelerin dışardaki koltuklarını doldurup bakışmalara başlamışken, bir yanda bahar yorgunluğu bir yanda da bahar heycanı (aşk heycanı) yaşıyorken, neden olmasın dedim.. sadece linki vereyim sizde bakın bakalım aşk neymiş. National Geographic tarafından hazırlanmış. 10 dk'lık bir seyir. İşte linki:
http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0602/gorveisit.aspx

Wednesday, March 29, 2006

Güneş Tutulması- Side Apollon Tapınağı


Günün Sözü
Bir şey çirkinse gerçekten onu görmüyorsunuzdur. Henri Matisse

Aslında bugün çok işim var ve pek yazmayı düşünmüyordum. Aktarmak istediğim Tarlabaşı ve Beyoğlu Bölümlerimin sonuncusu (3.bölüm) var ancak ilerki zamanlarda diyorum.
Bugün Demet arakadaşımın bana e-mail ile gönderdiği bir link var, baktım konusuda pek bir bahar ayına uygun!!! Hazır ağaçlar çiçek açmışken, kuşlar ötüşüyorken, içiniz kıpır kıpır oluyorken, yaz geldi sokağa çıkmak lazım şarkısını söylüyorken, cafelerin dışardaki koltuklarını doldurup bakışmalara başlamışken, bir yanda bahar yorgunluğu bir yanda da bahar heycanı (aşk heycanı) yaşıyorken, neden olmasın dedim.. sadece linki vereyim sizde bakın bakalım aşk neymiş. National Geographic tarafından hazırlanmış. 10 dk'lık bir seyir. İşte linki:
http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0602/gorveisit.aspx

Tuesday, March 28, 2006

Conquer the Crash


Robert Prechter'in "Conquer the Crash" isimli kitabını okuyorum. Aslında bir parça işimin gereği olarak okuyorum. Neyseki konu çok ilgimi çekiyor. Elliott Wave teorisi ilginç. Geçen gün bir yerde okuyordum. Türkiyenin 3. dalga boyutunda olduğunu yazıyordu. Ozaman yatırımcıların sabırla 4-5 dalgasını beklemeleri gerekiyor.Kitapta piayasaların daha çok sosyal ruh hallerinden etkilendiği yazıyor. Şimdiki duruma ve ekonomiye bakınca,iyimserlerin çok olmayacağı kesin. Bu durumda da kötümserlerin ellerindekileri çıkartmaları sonucu kriz başlıyor. Yazar öyle diyor, inanın ben birşey demiyorum!!! sadece kitabın çok başındayım ve söylenen herşeyi anlamaya çalışıyorum. Nede olsa minik bir borsa zararım var. Hoş öncesinde karım vardı...Elde var artı-eksi!!!

Monday, March 27, 2006

Sanat Sınavı

Yeni bir kitap aldım. Sanat Sınavı, Ülkü Tamer’in kitabında 666 soru var. Arada sırada kitabı açıyorum ve çeşitli bölümlerdeki soruları okuyorum, bilgi güncelemesi gibi birşey.
Sınava hazırmısınız!!! Elektirikler kesildi çalışamadım yok !!! :-)
Her bölümden bir soru yazıyorum. Cevaplarıda en aşağıda yer alacak. İyi eğlenceler...

İlk soru Sinemadan:
Soru-1 “Sarışın budala” olarak ün yaptı, ama Laurence Olivier’le bile oynadı. Olivier onu “profesyonel bir amatör”olarak nitelendirdi. Kimdi?

Tiyatrodan:
Soru-2
Maria Augusta von Trapp (1905-1987), eşi ve üvey çocuklarıyla bir şarkıcılar topluluğu oluşturmuştu. 1939’da Avusturya’da Nazilerden kaçarak ABD’ye gittiler. Öyküleri Rodgers Hammerstein çiftinin bir müzikaline konu oldu. Sonradan sinemaya da aktarılacak bu müzikalin adı neydi?

Edebiyat:
Soru-3
Leo Tolstoy, Rusya’da bir dergi için yazdığı “tefrika roman’ına Sonu İyi Biten Her Şey İyidir adını koymayı düşünüyordu. Sonradan romanın adını değiştirdi. Ne aptı?

Mitologya
Soru-4
Zeus’un kızlarından birinin annesi yoktu. Bebek olarak değil, büyümüş olarak, zırhlar içinde çıkmıştı Zeus’un kafasından. Sadece Savaş Tanrıçası değil, Kent Trnrıçası olarak da bilinirdi. Kimdi bu Olymposlu? (Latincede: Minerva)

Güzel Sanatlar
Soru-5
Resim tarihinin en büyük sanatçılarından biridir. 19. yüzyılda yaşamış, ömrü boyunca sadece bir tek yapıtını satabilmiştir. Kimdir?

Son soruda Müzik:
Soru-6
Bir 18. yüzyıl yapıtı olan Le Devin du Village adlı tek perdelik operanın yaratıcısı kimdi?

Cevap-1 Marilyn Monroe
Cevap-2 The Sound of Music/Neşeli Günler
Cevap-3 Savaş ve Barış
Cevap-4 Athena
Cevap-5 Vincent van Gogh
Cevap-6 Jean-Jacques Rousseau

Friday, March 24, 2006

Nevizade klasiği


Çok stresli geçen bir günün ardından, altıda hemen kendimizi dışarı fırlattık ve yürümeye başladık. Şişli, Pangaltı, Harbiye, Taksim Meydanı, İstiklal Cad. derken birbaktık ki Tüneldeyiz. Bu güzergahlar ne zaman geçildi derken , bir baktık Asmalımescid deyiz. Yeni açılan yerlere göz gezdirdik, jazz çalan yerleri pas geçtik ve ilgili mahalden ayrıldık... Tünelde yolun sonunda bir set vardır. (Bilirmisiniz bilmem...!!!)
Setin üzerinde çekirdek çıtlayan çocuklara, “ne haber arkadaşlar nasılsınız” dedik, “onlarda iyiyiz siz nasılsınız dediler...” bu dialogdan sonra, bizde biraz ilerlerine oturduk, onların yüzü sarı ışıkla aydınlatılmış tarihi binaya ayakları boşluğa salanıyordu, bizim yüzümüde İstiklal Cad. dönük ayaklarımız arnavutkaldırımına basıyordu.
Hava şeker gibiydi, rüzgar o kadar ılık esiyordu ki, güzel bir bahar akşamı işte buna denir dedik ...
Çocukların konuşmasına kulak kabarttım, 1. çocuk “sence filimlerde en saçma sahne hangisi”, 2. Çocuk, “adamların çatılardan atlamaları ve yaralanmamaları”...
tam o sırada arkadaşım dediki, “onların büyüdükleri yere bak, hayatın içi”, birde bizim çocukluğumuz... Hakkikaten düşündümde kocaman yeşil bir arka bahçesi olan mahalle çocukluğumuz oldu, yakan top, istop, saklambaç, sek sek oynayarak ve annelerimizin baban geldi eve gel demeleri ile oyundan koparak geçirdik çocukluğumuzu... tam o sırada çoçuklar kalktılar ve bisikletlerine bindiler “iyi geceler” dediler... İşte dedik, olay budur.!!!
Neyse bunlarıda konuştuktan sonra yine yürümeye başladık bu seferde Taksime doğru, Çiçek Pasajına gelince durduk, ve ayaklarımız nedense bizi Nevizadeye götürdü. Bütün dışarıdaki masalar doluydu. Klasik yerimiz İmroz’da yer yoktu. Neyapalım dedik, bizde ikinci klasik yerimiz olan Boncuk’a gideriz. Orasıda doluydu ama kalkanklar olduğu için bekledik. Beklediğimiz masayıda, oturdukları yeri beğenmeyen 3 kişi bekliyormuş, dolayısıyla onların masasıda bize kalacaktı (hoş daha iyi yerdi)... Neyse 5 dk’lık beklemeden sonra bu 3 kişilik gruptan biri kendilerini tanıştırdı. Ben kardeş, bu ablam buda yiğenim.... Muhabetli 3’lü...!!! Kardeş olanı !!! “hava parası isteriz dedi”, bende, “öyle kolaymı, bürokratik engelleri geçmeniz lazım, sonra maliye bakanlığından onay alın vs.vs.” usandırdım 3’lüyü söylemlerimle... “vazgeçtik dediler...!!!”... Nihayet masaları bize kaldı...Masaya hemen kurulduk... Garson ne içersiniz dedi; sorulurmu dercesine bakarak “rakı” dedik. Yanında kavun, beyaz peynir ve salata eklerseniz de iyi olur.. . Oofffffffff.. offff..... Canım Rakımız geldi... Bardaklara kondu. Buzla güzelleştirildi ve işte o muhteşem an...!!! kokusu bile yetiyor adama...!!! Sonra tabla içinde soğuk meze çeşitleri, yoğurtlu semizotu, patlıcan közleme , fesleğenli mezgit bize uygun dedik...!!! kadeh tokuşması ve başlasın muhabet... “insan hakları!!!”, “kültür farklılıkları”, ve “medeniyet çatışmaları” derken, kalamar tavayıda aradan çıkardık....!!! Ufak rakımızda sona ermişti. Yanımızda Turist sandığımız, yabancı olupda , Türklerden çok Türk olan Fransız ve Güney Afrikalı vatandaşlara “neden buradasınız dedik...” “türkiyeyi çok seviyoruz dediler”... Neyse onlara insanların iş yaptıkları ve para kazandıkları her yeri severler, düşüncemi kabul ettirip geceyi noktalandırdık...
Arabayı otoparkda bırakarak !!!! evin yolun tuttuk. Sabahleyin, kola ve muz miğde temizliğinden sonra yeni bir güne merhaba diyorum :-)

Monday, March 20, 2006

Yerli Malı Yurdun Malı


Eskiden Tayyare piyangosu olarak bilinen Milli Piyango’nun grafiklerini çizen ve uzun yıllarda Türkiye’nin tek grafik sanatçısı olan İlhap Hulusi Görey.
Ölümünden hemen önce Cumhurbaşkanına yazdığı bir mektup varmış, bu mektubunda; 40 yılı aşkın süre milli piyango ve 35 yıl süreylede Tekel İdaresinin grafiklerini çizdiğini ve diğer yaptığı çalışmaları anlatmış ve buna karşılık standart bir yaşam sürdürebilmesi için maaş bağlanmasını talep etmiş… ama mektubu gönderememiş ve vefat etmiş.
Bu sanatçımız çizimi bıraktıktan sonra ikinci evini satarak faizi ile yaşamını sürdürmeye çalışmış…
Neyazık ki başka ülkelerde, böylesine değerli sanatçılarn bugibi durumlara düşmesi çok nadir oluyor. Üzücü tabiki, onun için birçok şey yapılabilirdi;
Yaptığı eserlerden bir müze kurulabilirdi, yada milli piyangonun dünden bugüne her bileti (İlhap Hulusi Görey imzalı) sergilenebilir ve gelirin bir bölümü sanatçıya verilebilirdi vs. vs. neyazık ki hep geç kalıyoruz…
Yerli Malı Yurdun Malı…

Gelelim ikiciye,
1951 Mezunları/ Çağdaşlar - Şadan Bezeyiş, Adnan Çoker, Turan Erol, Abdurrahman Öztoprak ve Orhan Peker’in seçkin yapıtlarının yer aldığı İşbankası Kibele Galerindeki resim sergisine gitmenizi öneririm.
Picasso sergisini bugüne kadar 210.000 kişi izlemiş bu sergiyede aynı ilginin gösterilmesi düşlerimden bir tanesi. Nede olsa yerli malı yurdun malı…Sanatçılarımıza destek vermek lazım…

Gelelim Üçüncüye,

Yerli Malı Yurdun Malı Her Türk Bunu Kullanmalı…nımmm..nımmm hatırlamısınız bu şarkıyı… Sümerbank basmaları için söylenirdi. Yerli Malı bir imajdı. Başlı başına bir markaydı.

Bugüne kadar Türkçe aldığım CD’lerin sayısı sadece 4 veya 5’dir. Ancak bugünlerde kısıtlıda olsa sanatçılarımızı desteklemek için CD’lerini almaya başladım. En azından fena değil dediklerimi… Bunlardan biriside…
Ferhat Göçer:
Ferhat Göçer’in CD’sinde Dök Zülfünü (9 no’lu parça!!!)……. Bu şarkıyı hep trafikte dinliyorum. Acayip hareketli. Sözlerini hiç anlamıyorum ama olsun. Dinlerken, Osmanlı Dönemindeki Üsküdar’ı ve oradaki bayanların mavi, pembe, yeşil renkli çarşaflarının içinde yürüdüklerini, fırfırlı şemsiyelerini çevirerek gülüşmelerini ve arkalarından da fesli erkeklerin kur yapmalarını hayal ediyorum…Eeeee. Durum böyle olunca 25 km yolun 1,5 saatte tamamlanmasını pekte umursamıyorum…

Neyse son olarak bu haftasonu boğazda yürüyerek bir kaç fotoğraf çektim. Mimozalar çok güzeldi...Boğazın her yeri sarı incilerle kaplanmıştı. Gerçek olamayacak kadar güzel mavilikler içinde bahçelerinde mimozalar, menekşeler vardı Bebek sırtlarındaki konakların...

Friday, March 17, 2006

bahar gelsin artık


baharın gelmesini istiyorum artık... geçen gün bağdat caddesinde yürüken çektiğim resimler... Çiçekçileri çok seviyorum. Ayrı bir hava katıyorlar İstanbul sokaklarına, özellikle de Taksim meydanını çiçekçisiz düşünemiyorum. Bu arada iki yıl önce sormuştum aylık kiraları 1400 euro civarında... durum böyle olunca cirolarını tahmin etmek zor olmasa gerek...!!! herneyse hesap kitap bir yana...

Thursday, March 16, 2006

????????


Ben bu bahar burada olmak istiyorum. Şöyle Mayıs gibi ne güzel olur değil mi? Bugün neresi olduğunu söylemeyeceğim bakalım bulabilecekmisiniz...:-)

Wednesday, March 15, 2006

Kadınlar Resimler Öyküler

Bu arada sergide ençok beğendiğim resim Ömer Adil'in düşünen kadın potresiydi. Resimdeki renkler (mavi, yeşil, kahferengi ağırlıklıydı) ve desenler inanılmaz hoştu...
Herkese sanatla içiçe güzel bir hafta diliyorum...

Monday, March 13, 2006

İki Sergi



Cumartesi günü iki sergi gezdim. Birincisi Henri Cartier Bresson'ın fotoğraf sergisi diğeride "Kadınlar Resimler Öyküler" isimli Türk ressamlarına ait kadın ve yaşamı konu alan resim sergisiydi. İlk sergiyi şimdi diğerinide artık yarın anlatırım.

Henri Cartier Bresson

1908 yılında doğmuş ve 2004 yılında vefat etmiş tamtamına 96 yıllının 73 yılını sanatla iç içe geçirmiş. Tıpkı Picasso gibi. Oda 72 yıl boyunca sayısız eserler üretmişti. Sanıyorum sanatçılar üretken oldukları kadar uzun yaşıyorlar!!!
Henri Cartier Bresson 1931 yılında elinde “leica” fotoğraf makinasıyla Avrupa’yı keşfe çıkmış. İlk sergisini 1933 yılında kendi adında Julien Levy New York’taki galerisinde açmış. Daha sonra Meksikaya gitmiş ve oradan USA döndüğünde sinemayala ilgilenmeye başlamış. Sinemacı Jean Renoir’in 3 yıl boyunca asistanlığını yapmış. 1940 yılında Almanlar tarafından tutsak edilmiş ve 1943 yılında kaçmayı başarmış. Picasso, Matisse, Braque, Bonnard gibi birçok sanatçının potre fotoğraflarını çekmiş.


1944 yılında Savaş tutsaklarının ve toplama kamplarına gönderilenlerin yurda dönüşünü konu alan Le Retour (Dönüş) adlı belgesel filmi yönetmiş.
Bu dönemde çektiği fotoğrafların bazıları bu sergide yer alıyordu. Fotoğrafçılığın en güzel yanı yaşanan anları veya olayları, gördüğü anda kendi bakış açısı ve yorumu ile kareye yansıtması bence. Karşımızda aynı manzara vardır ama fotoğrafını çektiğimizde hepimiz farklı şekilde yansıtıyoruz karelere.
Henri Cartier’in Meksikadaki fotoğrafları veya Almanyada çektiği fotoğraflar da böyle birşeydi işte.

Birçok ülkeyi dolaştığı için her ülkenin farklı yönlerini yansıtmış. Sergide gördüğüm potre resimlerinin çoğunluğunda yanlızlık hakimdi ve ifadeler çok güzeldi.
1947 yılında Hindistanda Gandhi’nin cenaze töreninde çektiği fotoğraflarda çok güzeldi. Henri Cartier doğuyu gezmeyi ve oraları fotoğraflamayı çok sevmiş. Çin’e, Endonezya’ya, SSCB’ye, Küba’ya, ve Japonya’ya gitmiş.
Biz sergisinde ağırlıklı olarak, italya, fransa, istanbul, meksika, almanya’yı gördük.

1974 yılında desen çalışmalarına başlamış ama aynı zamanda potre ve manzara fotoğraflarıda çekmeye devam etmiş.


2003 yılında Henri Cartier Bresson Vakfı Paris Montparnasse’ta açılmış. Bu demek oluyorki, Paris’e gidince görülecek yerlerden birisi olacak. Paris’i o kadar çok görmeme rağmen herzaman bu şehirde görecek farklı şeyler buluyorum nedense...


Son oalrak Henri Cartier’in kendi söylediği bir cümleyle noktalandırıyorum bu yazıyı,
“Fotoğraf çekmek, aklı, gözü ve yüreği aynı nişan çizgisi üstüne getirmektir. Fotoğraf bir yaşam biçimidir.”

Sergi Pera Müzesinde 9 Nisan'a kadar gezilebilir.

Friday, March 10, 2006

Şarkılarım


Yıldız beni ebeldi,sevdiğim şarkılar hakkında bilgi istedi... Başlıyorum hazırmısınız... Son bir buçuk yıldır tamamen farklı müzikleri çok severek dinlemeye başladım Lisa Ekdahl, I Muvrini, Nina Simone, Leonard Cohen gibi… ama en sevdiğim dört şarkıya gelince...

Beni şöyle alıp uzaklara götüren, ses tonumun en yüksek hali ile söylemek istediğim, uzun yolculuklarda sesini sonuna kadar açarak dinlediğim, evlenirken dans şarkım olmasını istediğim ve hatta mümkünse vefat ettiğimde insanların dua yerine Frank Sinatra’yı koyup benim için dinlemelerini vasiyet ettiğim şarkısı “MY WAY”’dir.

Ve şimdi birazcıkta mırıldanıyorum...

Frank Sinatra

And now, the end is near,
And so I face the final curtain.
My friends, I'll say it clear;
I'll state my case of which I'm certain.
I've lived a life that's full -
I've travelled each and every highway.
And more, much more than this,
I did it my way.

Gelelim iki numaraya, buda yine çok sevdiğim bir parçadır, Andrea Bocelli’den Time to Say Good Bye...
Üç numara hep eskilerden gidiyorum farkındayım, yenileri dinlemediğimi sanmayın onlarıda çok severek dinliyorum ama böyle ruha hitap eden şarkı dediğiniz için bunları seçtim oda
Elvis Presley’den “Are you lonesome tonight?”

Elvis Presley
Are you lonesome tonight,do you miss me tonight?
Are you sorry we drifted apart?
Does your memory stray to a brighter sunny day
When I kissed you and called you sweetheart?
Do the chairs in your parlor seem empty and bare?

Ve son olarak da sizleri Norah Jones ve I don’t know why diyorum….
I waited 'til I saw the sun
I don't know why I didn't come
I left you by the house of fun
I don't know why I didn't come
I don't know why I didn't come

Benden bukadar...

doğduğunuz gün hangi şarkı popülerdi

aşağıdaki linke girerseniz, doğduğunuz ayı seçiyorsunuz sonrada gününü ve en son yıllara göre bir liste getiriyor oradan da doğduğunuz yıla göre o günün ünlü parçasını görüyorsunuz.

Benim doğduğum gün ünlü olan parça... "I Heard It Through the Grapevine" by Marvin Gaye

https://home.comcast.net/%7Ejosh.hosler/NumberOneInHistory/SelectMonth.htm

Thursday, March 9, 2006

Teşekkür-İstanbul Jazz Center-Parıldayan Kadehler


Öncellikle Bezen ve Adil Hindistan’a beni linklerine ekledikleri için teşekkür ediyorum. Ayrıca Yıldızada bu blogu kurmam için gösterdiği üstün çabadan dolayı teşekkür ediyorum. Bezen ve Adil Hindistan’ın katıldıkları etkinliklerle ilgili yorumları gerçekten süper ve yaptıkları kitap yorumları artık benim için bir köşe yazısını okumak kadar güncel oldu.
NY’da en kısa sürede görüşmek ve tanışmak üzere diyorum.

İSTANBUL JAZZ CENTER

Salı gecesi yine İstanbul Jazz Center’a gittik. “Ladies night out” olduğu için bayanlardan giriş ücreti almıyorlar. Daha öncede bahsetmiştim, keyifli ve jazz müzik dinlemek için çok uygun bir yer, sigara dumanına boğulmuyorsunuz, ortam basık ve çok karanlık değil. Gittiğimiz gece, Aytek Şermet ve Business Band çalıyordu (bu arada Salı geceleri, müzikle ilgilenen iş adamları çalıyor) ayrıca dinleyicilerden bir bayan, iki parça seslendirdi ses tonu Nathalie Cole’a çok benziyordu. Bizim için güzel bir sürpriz oldu.
Arkadaşlarımızdan birinin evlilik kararını desteklemek ve kadeh kaldırmak ( + “job stress!!!” atmak) için oradaydık. Bu arada kadeh deyincede aklıma, Radikal Gazetesinde bu sabah okuduğum bir haber geldi. Haberde ortaya atılan fikir enteresan geldiği için yazının tamamını ekleyeceğim.

Aslında, romantik bir ortamda çıkartılan kadeh seslerinin veya meyhane masasında meyhane kültürüne uygun olarak üç defa vurulan rakı kadehlerinin çıkardıkları sesleri daha çok tercih ederim ama dostlarınız uzakta olunca parıldayan kadehlerde hiç fena olmaz hani...:-)

KADEHİNİ KALDIRMADIN!!!
AA - LONDRA - Uzak da olsan şerefe... Çiftler artık birbirlerinden uzaktayken bile 'karşılıklı' kadeh kaldırabilecek. ABD Massachusetts Institute of Technology'de çalışan iki araştırmacının tasarladığı 'sevgiyle parlayan kadehler', likit algılayıcılar ve radyo teknolojisiyle donatılmış olduğu için, uzaklık sorun değil. Çiftlerden biri kadehi aldığında, öteki kadehteki kırmızı ışık salan diotlar kadehi kırmızıya boyuyor, kadehi dudağına götürdüğünde ise öteki kadeh ışık saçıyor. Yüksek teknoloji ürünü kadehler, gelecek ay piyasaya sürülecek.

Wednesday, March 8, 2006

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü


Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz Kutlu Olsun.
Herzaman ki gibi biraz tarihçe, biraz istatistiki bilgi, şiir veya şarkı ile noktalayacağım bu yazıyı. Bugün hakkında yazmak istediğim diğer bilgileride akşam üzeri vaktim olursa ekleyip yazımı tamamlayacağım. Bu arada Resimler Chema Madoz'un farklı bakış açısı serisinden alınmıştır. Son çiçek fotoğrafıda bana aittir.

Dünya Kadınlar Günü ilk kez 1800'lü yıllarda bir tekstil fabrikasında daha iyi çalışma koşulları için greve giden kadın işçilerin fabrikaya kilitlenmesi, arkasından da çıkan yangında fabrika önünde kurulan barikatlardan kaçamayarak ölmeleriyle gündeme geldi Kadınlar tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de 8 Mart'ta eşitlik isteklerini daha yüksek sesle dile getiriyorlar.

8 Mart'ın Dünya Kadınlar Günü olarak kutlanması, uluslararası düzeyde kabul gören bir hal alması 1970'lere rastlasa da, bu tarihe kaynaklık eden olay ve dünya kadınlarının ortak bir gün kutlama isteğinin gündeme gelişi 1800'lerin ortasını bulur. ABD'nin New York kentindeki Cotton tekstil fabrikasında çalışan işçi kadınlar, 1800'lü yılların ortalarından beri daha iyi çalışma koşulları, emeklerinin karşılığında hak ettikleri ücret ve daha iyi yaşam için mücadele vermektedir. Ama bunca yıllık mücadeleye karşın elde edebildikleri pek bir hak yoktur. En sonunda, 8 Mart 1908 günü, haklarını alabilmek için son çare olarak greve giderler. Ancak patronlar bu greve zalim bir şekilde müdahale ederler. Greve giden kadınlar fabrika binasına kilitlenirler. Patronlar bu yolla grevin başka fabrikalara sıçramasını engellemek isterler. Ancak beklenmedik bir şey olur ve fabrika yanmaya başlar. Ne yazık ki yangından fabrikada bulunan kadın işçilerden çok azı kaçarak kurtulmayı başarır Yanan fabrikadan kaçmayı ve fabrikanın çevresine kurulmuş olan barikatları aşmayı başaramayan 129 kadın işçi yanarak ölür.

Aynı yıl diğer endüstri kollarındaki kadınlar da mücadeleye devam ederler. Kadınların yürüttükleri mücadelenin temelinde seçme ve seçilme hakkı, günlük çalışma saatlerinin, koşullarının ve ücretlendirmenin yeniden düzenlenmesi gibi konular bulunmaktadır. Dünya Kadınlar Gününde bugün de ilk başlarda yapıldığı gibi eşitlik için, bağımsızlık için, politik haksızlıkların ortadan kalkması için, daha iyi yaşama ve çalışma koşulları elde edebilmek için çalışılıyor.


İLGİNÇ BİLGİLER

Birleşmiş Milletler tarafından yapılan bir araştırmaya göre;

1. Dünyadaki işlerin %66’sı kadınlar tarafından görülüyor.
2. Buna karşın kadınlar dünyadaki toplam gelirin ancak %10’una sahipler.
3. Dünya’daki mal varlığının ise % 1’ine sahipler.
4. Başka bir değişle dünyadaki işlerin % 34’ü erkekler tarafından görülüyor ama erkekler dünyadaki toplam gelirin % 90’ına ve toplam mal varlığının % 99’una sahipler.

Türkiye’den Rakamlar

1. Şehirlerde evli kadınların % 18’i, köylerde de % 76’sı eşleri tarafından dövülüyor.
2. Kadınların % 57,7’si evliliklerinin ilk gününde şiddetle karşılaşıyor.
3. Aile içi suçların % 90’ını kadına karşı işlenen suçlar oluşturuyor.



Ve Tanju Okan'nın seslendirdiği unutulmaz Kadınım Şarkısı...
KADINIM
Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen
Kıyıda köşede gülüşün kaybolmuş
Ne olur terketme yalnızlık çok acı
Bu renksiz dünyayı sevmiştik birlikte

Sen kadınım

Hatırla o günü karşıki sokakta
Seni öptüğümü ilk defa hayatta
Kollarımda benim ilkbahar sabahım
Sen
Sönmüş bak ışıklar ev nasıl karanlık
O ılık aydınlık yuvamız soğumuş
Geceler bitmiyor ağlıyorum artık

Sen kadınım

Eşyalar toplanmış seninle birlikte
Anılar saçılmış odaya her yere
Sevdiğim o koku yok artık bu evde
Sen
Masamız köşede öylece duruyor
Bardaklar boşalmış herbiri bir yerde
Sanki hepsi hasret senin nefesine

Sen kadınım

Bana bıraktığın bütün bu hayatın
Yaşanan aşkların değeri yok artık
Ben sensiz olamam artık anlıyorum
Sen
Şimdi çok yalnızım
Ne olur kal benimle o kapıyı kapat
Elini ver bana
Dışarda yalnız, yalnız üşüyorum

Sen kadınım

Tuesday, March 7, 2006

job stress


İş hayatı ile ilgili düşüncelerim hiç değimedi. Herzaman şunu savunuyorum bir işte başarılı olmak için o işi çok sevmek, çok inanmak gerekiyor. Bu iki temel faktörü, çevre faktörü (iş arkadaşları, patronlar vb. olumlu davranışları ) ile birleştirince iş stresi, panik atak, depresyon, yorgunluk, uyku hali gibi tüm gereksiz ve olumsuz rahatsızlıklar hayatınızdan çıkıyor ve sağlıklı düşünerek, sürekli başarılı olma yolunda ilerliyorsunuz.
Plansız, programsız yapılan görevlendirmeler bütünü ile tüm yaşantınızı etkiliyor ve sürekli olumsuz düşünmeye başlıyorsunuz. Hatta daha ilerisini düşünerek kara tablolar çiziyorsunuz.
İşte tüm bu yorumlarımı bir grafikle süsleyeyim dedim ve job stress hakkında bir sürü makale okudum. Sizede linklerini veriyorum.

Bu makaleler içinde bir tanesi herşeyi çok basite indirgemiş. Bu bölümdeki stresden kurtulma yollarının başlıklarını yazıdan aynen aktarıcağım için ingilizce olarak yazıcağım, çünkü ozaman bana çok komik geliyor. Amerikalıların bazıları işte hayatlarını bukadar basite indirgeyebiliyorlar. Yazının linkinide veriyorum. Ama stresden kurtulmanın başlıklarını şöyle sıralamış: “water bottle”, “portable snacks”, “tea”, “tenis shoes”, “golf ball or empty bottle”, “CDs and handphones”.
Ben vücuduma oksijen girsin diye ve zayıflamak için suyu bol miktarda tüketiyorum. Bitki çayı içiyorum çünkü sindirimi rahatlatsın ve fazla suyu dışarı atsın, spor ayakkabı sürekli işegelirken ve öğle arası ve akşam eve giderken ayağımdan çıkartmıyorum. İş yerimizde etek giymek zorunlu o yüzden topuklu ayakkabı giyilmeli vs.vs. (stres oldum yine bak..:-) şekil şartları (canım Türkiyemin en önemli engeli), atıştırmak için yanımda birşeyler bulundurmuyorum, çünkü kilo alıyorum, ama buzdolabında peynir var, aşırı stres olduğumda bir fare gibi ona takılıyorum, opera, jaz, klasik müzik bütün gün çok kısık seslede olsa dinliyorum. Eeeeeeeeeeeeeeeeeeeeee...tüm gerekli şartları yerine getirmeme rağmen, o zaman neden ben hala daha “job stress” yaşıyorum....:-)

Saturday, March 4, 2006

Ebelendim

Ebe ve sobeleme olayını gerçekten çok sevdim. Sobelendikten sonra düşündüm taşındım ama ebeleyecek bir kişi bulamadım. Neyse madem ebelendim bende şu hayatımdaki 4’leri sıralayım dedim. Genelde hep 3 olur, insanların aklına ilk gelen rakam oymuş biri zinciri kırmış anlaşılan ve +1 eklemiş sonunda rakam 4’lenmiş. Hem Feng Shui’ye göre rakamların çift olmasında fayda varmış. Diyor’ki hiçbirşeyi tek almayınız hep çift alınız. O zaman yalnız kalmazsınız. Bekar ve yalnız arkadaşlarıma duyrulur. Çift ve evli arkadaşlarımda çift almaya devam etsinler, çünkü diyorki şans bölünmezmiş...vb.


Yaptığım 4 iş

Tur avrupa – Pazarlama Müdür yardımcılığı (Çok sevdiğim ve Çok değerli dostluklar kazandığım işim. Eğlenceli ve zevkli idi bana 1 yıl Zurih’de yaşama ve gidip gelme olanağını tanıtmıştı).
İstanbul Üniversitesi Araştırma Görevlisi (Master ve doktora dersleri buradaki Öğretim üyeliği yıllarımda devam etti).
Ball state araştırma görevlisi (İkinci master bu seferde teknoloji üzerine, nedense, yine öğretim üyesiydim).
Yarı resmi kamu kuruluşu –Ar-Ge Müdürü’yüm. (Araştırmaya ve geliştirmeye devam)
Seyretmekten Hoşlandığım 4 Film.



Baba Serisi
French kiss
As good as it gets
Il postino’yu çok severek seyrediyorum. Her seferinde şiirleri dinlemek inanılmaz zevkli.


Yaşadığım 4 Şehir






New Haven, CT Muncie, Indianapolis, IN High Point, NC Westport, CT






İzlediğim 4 TV programı...

Burada dizi hiç seyretmiyorum ama izlemeyi sevdiklerim...

Yaşamdan dakikalar (Sunay Akın dışında diğer katılımcılar bana çok zıt gelselerde konuştukları konular çok keyifli)
5 N 1 K (rastladıkça)
Avrupa yakası
National geographic (belgesel) vaya denk gelirse According to Jim

Tatil için gittiğim 4 yer

Viyana-Budapeşte (2006 soğuk güzel)
Prag (2005- Kasım, Görmeye doyamadığım şehirlerden biri birdaha bahara inşallah)
Santorini- Mykanos- Paros- Atina (Mayıs 2005)
Madrid-Barcelona (2004 -Kasım)

En sevdiğim 4 yiyecek:

En zor bölüm bu olsa gerek. Her yemeği çok seviyorum. Hiç ayırt etmem. Hemen hemen tüm ülkelerin mutfak kültürlerini denedim ve hala daha bu konu üzerinde çalışıyorum...çünkü yemek yemekten aşırı derecede mutlu oluyorum. Benim için inanılmaz bir keyif. Helede birde heryemek, kahve keyfi ile tamamlanırsao an beden daha mutlu insan düşünemiyorum... Gelelim yemeklere...


patates kızartması
zeytinyağlı baklalı enginar
mantı ve çiğköfte (neyapayım ayıramadım üçüncü sıradakilerini birbirinden :-))
zeytinyağlı kereviz



Şimdi olmak istediğim 4 yer...

Offfffffffff.. kesinlikle Istanbulda olmak istemiyorum. İstanbulu çok seviyorum, ama bu şehri başka şehirlerle aldatma fikrini daha çok tutuyorum!!! Heryerde olabilirim. Ama NY'u... o kadar özledim ki... Neden bilinmez. Central park’ta yürümeyi, Soho’ya gitmeyi, ooofff.off... neyse bulunmak istediğim şehirlerde aşağıdakiler sırasıyla,

New York
Bora Bora islands
Toscany bölgesi (arabalı yolculuk)
Cuba

Benden bukdar...

Thursday, March 2, 2006

meşguliyet


Bugünlerde işler üst üste bindi Blogum'la çok fazla ilgilenemiyorum. Tabiki birde borsa olayına kafa yormaya başladım. Hisse senetleri, teknik analizler, SPK'lar falan derken gün nasıl geçiyor anlamıyorum. Okudukça Türkiyemin ekonomik durumunu gördükçe şöyle bir ah geçiriyorum. Aslında yazamak istediğim, daha doğrusu devam etmek istediğim Beyoğlu bölümlerim var. Zira taşlarını değiştire değiştire bir hal kaldılar. Her taş değişimi sanki tarihin kalbine vurulmuş bir teke gibi geliyor bana. Zira her biri bir öncekinden 100 kat daha kötü gözüküyor. Önce binaları korunmadı, yıkılmaya terk edildi, sonra ağaçları söküldü daha sonra da taşları değiştirldi. Tarihi dokusuna verilen bu zararların nedeni nedir, henüz anlamış değilim.
Şimdilik yanda birkaç önce Radikal gazetesinde gördüğüm ve beğendim karikatürle sizleri başbaşa bırakayım. Not: anları yaratmak herzaman kolay olmuyor. O yüzden ben basit hedeflerle anlarımı yaratıyorum. Minik bir kahve molası gibi... :-)

About

.
 
google-site-verification: google6264df489a134469.html